Söyleşiler

Mustafa Yoker ile ‘Suriçi’nde Kayıp Zamanlar’

Gazeteci Mustafa Yoker ile ‘Suriçi’nde Kayıp Zamanlar’ adlı İstanbul tarihi konulu kitap serisi bağlamında keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik

İstanbul’un Suriçi’nde doğup büyümüş birisi olarak yakın zamana kadar İstanbul’a göçle gelen ancak İstanbul adabına yakışmayan davranışlar içinde bulunanları uyarmak için “Hemşerim burası İstanbul, başka İstanbul yok!” denildiğini çok iyi hatırlıyorum. Kitaplarınızda 1950’li 60’ 70’li yıllarda Suriçi semtlerinde geçen çocukluk ve ilk gençlik yıllarınızı anlatıyorsunuz, İstanbul’un yaşamı bugünkü İstanbul’dan çok mu farklıydı?

Çocukluğumun geçtiği 1950’li 60’lı yıllarda İstanbul denince akla Suriçi gelirdi. İstanbul’a yani sur içine gelinir, İstanbul’dan gidilirdi. İstanbul’un nüfusu 1 milyon 400 bin civarındaydı. Nüfusun büyük bölümü sur içindeki tarihi semtlerde yaşardı. Suriçi’ndeki her semtin kendine has bir geçmişi ve kimliği vardı. Bu tarihi semtlerde İstanbul’un kozmopolit yaşanmışlığının mirası hala varlığını sürdürmekteydi. Haliç kıyısında ağırlıklı olarak Rumlar ve Yahudiler, Marmara kıyısında ise Ermeniler, Rumlar az miktarda Bulgarlar, Süryaniler yaşamaktaydı. Sultanahmet’ten Şehzadebaşı’na kadar uzanan ve burada iki kola ayrılarak devam eden İstanbul’un tek düz aksı üzerinde ki semtlerde ise ağırlıklı olarak Müslümanlar yaşardı. Bugün bu kadim cemaatler sur içindeki tarihi semtlerde artık hemen hemen hiç yoklar. Onlardan geriye kalan kiliseler, sinagoglar, evler, konaklar, hanlar, hamamlar kozmopolit yaşanmışlığın birer sessiz tanığı olarak mahzun bakışlarla bizi izliyorlar. İstanbul’un bu kozmopolit mirası kısmen yıkılmış, yıkılmaya yüz tutmuş, amaçları dışında farklı şekilde kullanılmış, tahrip edilmiş olsa bile bugün hala ayakta kalanlar bile İstanbul’a özgü kozmopolit mirasın ne kadar değerli olduğunu gözler önüne sermekteler. Yani kısacası benim çocukluk yıllarımda bir başka İstanbul vardı ve bu İstanbul artık yok. Yeni İstanbul Kocaeli’nden Tekirdağ’a kadar uzanan, çarpık bir kentleşme ile büyümüş, göçlerle 16 milyonluk bir köykente dönüşmüş devasa bir şehir, deyim yerindeyse kentlileşememiş ama köylüde kalamamış kasaba zihniyetle bir nüfusun ağırlıklı olarak yaşadığı bir mega kent.

‘Suriçi’nde Kayıp Zamanlar’ adını verdiğiniz dört kitaplık bir çalışma ile İstanbul’un çok dinli, çok dilli kozmopolit yaşamını, Gayrimüslim cemaatlerin Müslüman komşularıyla birlikte tarihi süreç içinde ortaya çıkarttıkları kozmopolit mahalle kültürünü anlatıyorsunuz. Asıl mesleğiniz gazeteci olmakla birlikte İstanbul dörtlemesi olarak nitelendirdiğiniz bu kitapları yazmaya sizi yönlendiren neydi?

Benim doğduğum 1952 yılında Cumhuriyet kurulalı henüz 29 yıl olmuştu. Bu genç devlet Doğu Roma mirasını içselleştiren Osmanlı imparatorluğunun küllerinden doğmuş, Osmanlı imparatorluğunun çok dinli, çok dilli kozmopolit Millet Sistemi’nin mirasını devralmıştı.  Bu çok dinli, çok dilli kozmopolit kültür çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın İstanbul’unda son demlerini yaşıyordu ve bu kozmopolit dünya içinde yetişen son kuşak benim kuşağımdı. Artık masal olan bu yaşanmışlığın bir tanığı olarak bu dönemi yazmayı hep düşlüyordum.  1990’lı yılların başında arkadaşım yazar Jak Deleon ‘Balat ve Çevresi’ adlı bir kitap yayınlamıştı. İstanbul Azınlıkları ile ilgili pek çok kitap yazan Jak Deleon benim gibi sıkı bir İstanbul sevdalısıydı. Çocukluğumun geçtiği Balat ile ilgili bu kitabını bir solukta okumuş ve çok beğenmiştim. Jak’ın büyükannesinin Balatlı’ydı. Kitap, Balat ve çevresini çok güzel anlatmakla birlikte kitapta yaşanmışlık ve anılar eksikti. Jak’a çocukluk yıllarımın Balat’ta geçtiğini, Yahudi sınıf arkadaşlarımın olduğunu, okul çıkışında onlarla oyunlar oynadığımı, o yıllardaki Balat yaşamını anlattığımda çok büyük bir ilgi ile dinlemiş ve bana neden bu yaşadığın dönemi yazmıyorsun diye sormuş ve beni böyle bir kitap yazmak konusunda yüreklendirmişti. Ayrıca yazacağım kitaba da bir önsöz yazma sözü vermişti. Ama ne yazık ki kısmet olmadı. Çünkü ben hayat gailesi içinde kitabı yazmayı geciktirdim, Jak Deleon’da bu dünyadan çok erken ayrıldı.

“Kalimera Fener Şalom Balat”  kitabım ancak 2012 de yayınlanabildi. 1950’li 1960’lı yıllarda Balat ve çevresindeki semtlerin renkli, çok dilli çok dinli kozmopolit dünyasını anlatan bu kitabı yazarken aslında tek bir kitap olarak tasarlamıştım ama yazım aşamasında yazdıkça, araştırdıkça tek bir kitaba sığmayacağını fark etmiştim. Doğu Roma (Bizans) ve Osmanlı gibi iki cihan imparatorluğuna 1600 sene başkentlik yapmış bir tarihi kentin kozmopolit yaşanmışlığının mirasını tek bir kitaba sığdırmak imkânsızdı.  Bu tarihi kentin yüzlerce yıllık kozmopolit yaşanmışlığı neticesinde sur içinde onlarca tarihi semt ortaya çıkmıştı. Bu tarihi semtlerin Müslüman ve Gayrimüslim cemaatleri ortak bir mahalle kültürü sahipti ama dini aidiyetleri nedeniyle bayramları, dini merasimleri, kutsal günleri birbirinden farklıydı. Bu farklılıkları anlatmasam bir şeyler eksik kalacaktı ve anlatım bütünlüğü ortadan kaybolacaktı. Tek kitap olarak düşündüğüm çalışma giderek genişledi ve artık anılarda kalan sur içinde ki tarihi semtlerin yaşanmışlığı kozmopolit mahalle kültürü dört kitaplık “Suriçi’nde Kayıp Zamanlar”  dizisi olarak ortaya çıktı.

Kalimera Fener Şalom Balat kitabınızda 1950’li 60’lı yıllarda çocukluğunuzun geçtiği Haliç kıyısındaki tarihi semtleri anlatıyorsunuz.  Kozmopolit mahalle kültürünün son demlerini yaşadığını belirttiğiniz o yıllarda Fener ve Balat’ta nasıl bir yaşam vardı?

Çocukluk yıllarımda Fener ve Balat birbirinden farklı iki semtti. Bizim mahalle Fener Nahiyesine bağlıydı. İstanbul’un beşinci tepesinin yamacında yer alan bizim mahalleye yukarı ki mahalle derlerdi. Sahilde yer alan Fener’in merkezinde yer alan Fener Çarşısına, Fener Parkına,  Fener Vapur İskelesine giderken Fener’e inelim derdik. Fener Çarşısı o yıllarda hemen hemen her semtte bulunan tipik bir Osmanlı semt çarşısı gibiydi. Sadrazam Ali Paşa Caddesi (bugün ismi Doktor Ahmet Sadık) üzerindeki bu küçük çarşı bir kasap, bir fırın, bir berber, iki eczane, bir muhallebici, bir kırtasiyeci ve bir kahveden ibaretti. Fener çarşısında ki iki eczanenin ve kasabın sahipleri Rum’du.  Sadrazam Ali Paşa Caddesi ile Camcı Yokuşu’nun kesiştiği köşede Rum kasabın bulunduğu bina iki katlıydı. Alt kat dükkândı, üst katta ise kasabın ailesi oturuyordu. Bu evin iki sokağa bakan cephesi kırmızı tuğlalarla örülüydü. Kasap dükkânının iki cephesi de geniş ve açılabilir pencerelerle kaplıydı. O yıllarda henüz sanayi buzdolapları olmadığı için bu geniş pencereler hep açık dururdu. Hevenk hevenk salamlar kapının önünde asılıydı. Karşı köşesinde ki eczane, oldukça şık bir eczaneydi. Eczane’nin yan tarafında ekmek fırını ve onun yanında da muhallebici vardı. Karşı sırada ise benim en sevdiğim dükkân, ilk okula başladığım yıllarda kitaplarımı, dergilerimi satın aldığım Mazhar Amca’nın Kırtasiyeci dükkânı bulunuyordu. Fener kapısında ki Ali Yazıcı camisinin altında ki berber dükkânının önünde her zaman bir iki hususi taksi beklerdi. Bu taksiler o zamanlar İstanbul’da çalışan damalı dolmuş taksilerden farklıydı. Bunlara hususi taksi denirdi ve semtteki kalburüstü kişiler bu hususi taksilere binerlerdi.

Fener semti yüz yıllar boyunca Ortodoks Rum Patrikhanesi’ne ev sahipliği yaptığı için Ortodoks ruhban sınıfının,  Fenerli Rum zenginlerinin, Fenerli aristokratların yarattığı elit bir ağırlığın, zenginliğinin mirasına sahipti.  Bugün sahil tarafında İskelenin yer aldığı bomboş geniş alanda o yıllarda Fener semtinin tarihi meydanı idi. Bu şirin meydanın sağ köşesinde Camlı Köşk denilen Kaptanlar kahvesi vardı. Kahvenin kocaman camlı pencerelerinin arkasında kâğıt oynayanlar, çaylarını içip sohbet edenleri rahatlıkla görürdük. Camlı köşk kahvesinin hemen yanında bir odun deposu vardı. Bu odun deposundan kile ile ve çuvalla odun satın alınırdı. Odun deposunun ve kahvenin karşısında ise deniz malzemeleri satan bir dükkânlar ve bir de salaş bir lokanta vardı. Fener Meydanı, Fener vapur iskelesine ve içinde Fener polis karakolunun bulunduğu bir parka açılıyordu. Burası semtin Eminönü’ne ve Eyüp’e açılan deniz kapısıydı.

Semt sakinleri Fener İskelesinden Eminönü’ne, Mısır Çarşısı’na, Tahtakale’ye, Mahmutpaşa’ya alışveriş yapmak için giderlerdi. Eyüp’e ise daha ziyade dua etmeye, adak adamaya veya sünnetlik çocukları Eyüp’ün meşhur oyuncakçı çarşısında dolaştırmak için giderlerdi. Vapur iskelesi yaz geldi mi semtin çocuklarının biraz tehlikeli oyunlarına da sahne olurdu. Semtin bıçkın çocukları iskeleye yanaşan vapurların terasına tırmanırlardı. Vapurun kalkmasını beklerler ve vapur kalkarken hep beraber denize atlarlardı. Onları vapurun terasında gören vapurun çımacısı bir hışımla terasa fırlar ve kovalamaya başlardı. Bir an da ortalığı kahkahalar, çığlıklar arasında denize atlayan çocukların şamatası kaplardı.

Fener iskelesinin yanı başında bir de kayık iskelesi vardı. Bu iskeleden yüzyıllardan beri karşı kıyıya yolcu taşınıyordu. Bu yolcu taşıma geleneğinin dışında burada sandal da kiraya verilirdi. Sandal kiralayanlar sevgilileriyle romantik gezmeler yaparken, biz arkadaşlarla Haliç turu yapıp, balık tutardık. Fener parkında banklarda oturup denizi, vapurları, sandalları seyredenler ay çekirdeği çıtlatırlardı. Polis karakolunun arka bahçesinde ki fıskiyeli havuzda renk renk süs balıkları vardı. Havuzun etrafında toplanıp balıkları seyrederdik. Sadece seyrederdik ve hiçbir şey yapmazdık. Çünkü o yıllarda polis büyük bir otoriteydi ve polisten acayip korkardık.

Tarık Us İlkokuluna başladığım altmışlı yılların başında İstanbul’da yüz binin üzerinde Rum yaşıyordu ve İstanbul Rumlarının en önemli okulları Fener’de bulunuyordu. Haliç’ten bakıldığında bir şato gibi görünen Fener Rum Erkek Lisesi ya da diğer adıyla Kırmızı Mektep ve onun hemen yanında ki Yuvakimion Kız Lisesi, Patrikhanenin yanı başında ki Maraşlı Rum İlkokulu bu bölgede yer alan en önemli Rum eğitim kurumlarıydı. O yıllarda İstanbul’un çeşitli semtlerinde oturan Rum öğrenciler genellikle deniz yoluyla Haliç vapuru ile Fener iskelesine geliyorlardı. Vapurdan inen talebeler önce Mazhar Amcanın kırtasiyeci-kitapçı dükkânına uğruyorlar, alış veriş yaptıktan sonra da Sancaktar Yokuşu’nun Vodina Caddesi ile kesiştiği köşede yer alan Pasta Fırınına geçiyorlardı. Benim okul güzergâhımda aynı olduğu için her sabah onlarla karşılaşıyordu. Evde kahvaltı alışkanlığım olmadığı için bende her sabah Pasta Fırınına uğrayıp poğaça, ayçöreği gibi atıştırmalık bir şeyler alıp, okula yönlenirdim. Bu küçük ama şirin pasta fırınını bir Rum aile işletiyordu. Karı koca, her sabah birlikte tezgâhın başına geçiyor ve içeriye doluşan Rum talebelere sıcak sıcak fırından çıkan çörekleri, poğaçaları, açmaları sunuyorlardı. Pasta fırını bir an da cıvıl cıvıl oluyordu. Rum talebeler guruplar halinde ellerinde çörekler, poğaçalar, güle oynaya birbirleriyle şakalaşarak, Rumca konuşa konuşa okullarının yer aldığı Sancaktar Yokuşu’na yönelirlerdi. Rum çocuklarının giyim kuşamları bize göre çok daha düzgündü. Kentsoylu ailelerin çocukları oldukları her hallerinden belli oluyordu. İlgimi çeken bir şeyde, Rum talebelerin arasında hiçbir kız talebenin bulunmamasıydı. Bunun nedenini iler ki aylarda öğrenecektim: Rum Erkek ve Kız Liseleri yan yana olduğu için okul idareleri, erkek ve kız öğrencilerin yan yana gelmelerini engellemek amacıyla okula geliş gidiş saatlerini farklı yapmışlardı. Rum talebelerin Fener’in sokaklarını çınlatan kahkahaları, ağız dolusu Rumca konuşmaları, şakalaşmaları daha sonra ki yıllarda maalesef aniden sessizliğe bürünmüştü. Bunun nedeni Kıbrıs olayları idi. Basında çoğalan haberlerle birlikte Rumlara karşı öfke artmış ve Rumlar arasında büyük bir korku dalgası dolanmaya başlamıştı. Rum talebelerin Fener’de ki okullara emniyetli gidip gelmeleri için okul tarafından bir otobüs satın alınmıştı. Korku içinde ki Rum talebeler bu otobüsle okula getirilip götürülüyorlardı. Kırmızı mektep gibi kırmızı renkli olan bu otobüs, Rum talebeleri okulun yakınına kadar getiriyordu. Talebeler okuldan çıkana kadar da Fener Vapur İskelesi’nin önünde bekliyordu.

Balat Tarik Us İlkokulu,1963

Fener ve Balat bugün her ne kadar birbirinin devamı iç içe geçmiş iki semt gibi gözükseler de çocukluk yıllarımda birbirinden çok farklı iki semtti. Vodina Caddesi’nin Çimen Sokak ile kesiştiği köşede Fener son bulur, buradan itibaren Balat başlardı. Fener Balat’a göre daha elit olmasına rağmen Balat çarşısı, pazarı, fabrikaları, kalafat yerleri, meyhaneleri ve sinemaları ile çok canlı bir semtti. Balat’ın merkezi Vodina Caddesi’nin Ayan Caddesi ile kesiştiği dört yol ağzında ki bölgeydi. Bu merkezde yer alan üç semavi dine ait mabetlerin birbirine olan yakınlığı sanırım dünya da bir tek Kudüs’te mevcuttur. Bu iki caddenin kesiştiği noktayı merkez alarak çapı yüz yüz elli metre olan bir küçük daire çizdiğimizde zaman bu dairenin içinde yer alan üç semavi dine ait mabetleri görünce şaşırmamak elde değildir. Rum Ortodoks Aya Strati Kilisesi, Ermeni Gregoryen Hreştagabet Kilisesi, Ferruh Kethüda Camisi, Hacı İsa Camisi, Hızır Çavuş Mescidi, Ahrida Sinagogu, Yanbol Sinagogu ve Çana Sinagogu bu küçük daire içinde yer alır. Eğer daireyi biraz daha büyütürsek, bu sefer bu yeni dairenin içine birkaç yeni kilisenin, sinagogun ve caminin daha girdiğine görürüz.

Balat’ta böylesine çok dilli, çok dinli kozmopolit bir yaşam kültürünün hüküm sürdüğü çocukluk yıllarımda bu merkezi bölgenin tam ortasında Balat Karakolu yer alıyordu. Dört yol ağzında yer alan Balat Karakolu’nun hemen yanından itibaren Balat Çarşısı yani tarihte ki adıyla Çıfıt Çarşısı başlıyordu. Balat Çarşısı’nda klasik Osmanlı Çarşıları gibi manav, balıkçı, şekerci, kasap, ciğerci, fırın ve berber bulunurdu ama onlardan farklı olarak Balat Çarşının yan sokaklarında meyhanelerde vardı. Çarşı gece gündüz hep canlıydı. Gündüz daha ziyade kadınların alış veriş yaptıkları çarşı, akşamları ise işten eve dönen erkeklerin alış veriş mekânına dönerdi. Akşamları çarşının manav ve balıkçı tezgâhlarının üzerinde sallanan ampullerin yaydığı ışıklar, karanlık geceye huzmeler yayarken, esnafın bağırışları ile çarşı renklenirdi. Gecenin ilerlemesiyle birlikte Çarşıda ki meşhur Balat meyhaneleri hareketlenir ve müdavimlerine yani akşamcılara hizmet vermeye başlardı. Benim çocukluk yıllarımda Çarşının ortasında yer alan Ağora Meyhanesi’nin dışında, Leblebiciler Sokağında ve Yarım Balat Sokağında da meyhaneler vardı.

Agora Meyhanesi’nin bulunduğu noktadan itibaren ikiye ayrılan Balat’ın Çıfıt Çarşısı Yanbol Sinagogu’nun önünden Lapçınlar Sokak ile Ayvansaray’a doğru uzanır. Bu sokakta manifaturacı, tuhafiyeci, kumaşçı ve terlikçi esnafı yoğunluktaydı. Agora Meyhanesinin önünden başlayan Balat Kapısına inen Leblebiciler Sokakta ise yan yana üç dört tane salaş meyhane vardı. Balat Kapısı Balat’ın ünlü Karabaş Mahallesine açılırdı.  Önemli bir bölümü Balat sahilinde yer alan Karabaş Mahallesi genellikle yoksul ailelerinin yaşadığı mahallelerden biriydi. Balat otobüs durağı ve Balat iskelesi burada yer alırdı. 1984-1986 yılları arasında yapılan Haliç temizleme ve düzenleme çalışmaları sırasında Karabaş Mahallesinin sahilini kaplayan koskoca bölümü tümüyle yıkılarak, dümdüz edildi. Bölge yeşillendirilerek parka çevrildi. Koskoca sahil mahallesinden geriye bir tek bizim Yahudi Hastanesi dediğimiz Or-Ahayim Hastanesi ve Yusuf Seceattin Ambarı Cami kaldı.

İstanbul dörtlemesi olarak kaleme aldığınız “Suriçi’nde Kayıp Zamanlar”  ismini verdiğiniz dizinin dört kitap olması bir tesadüf mü ya da bunun özel bir sebebi mi var?

Bunun nedeni aslında Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u yeniden biçimlendirdiği imar ve iskân politikalarında gizli. Fatih, İstanbul’u alınca kentin stratejik konumunu değerlendirir ve burayı bir İslam kenti olarak yeniden biçimlendirmeyi hedefler. Bu amaçla bir iskân ve imar projesi hazırlar ve hemen uygulamaya koyar. Fatih’in başlattığı imar ve iskân projesi tüm Osmanlı döneminde aynı çizgide devam ettirilir. Bunun neticesinde sur içinde üç yerleşim bölgesi ve bu üç yerleşim bölgesine iaşe ve temel ihtiyaçlar sağlayan bir ticari bölge ortaya çıkar. Bu üç yerleşim bölgesindeki tarihi semtleri Kalimera Fener Şalom Balat, Parev Kumkapı Kalimera Samatya, Nefs-i İstanbul kitaplarımda, bu bölgelerin iaşe ve temel ihtiyaçlarının sağlandığı, büyük çarşıların, hanların, pazarların yer aldığı ticari bölgeyi de Eugeniu’dan Eminönü’ne kitabımda karınca kararınca anlatmaya çalıştım.

Kitaplarınızda İstanbul’un kayıplara karışan kozmopolit yaşamını ve mahalle kültürünü anlatıyorsunuz. O yıllarda sur içindeki tarihi semtlerde nasıl bir yaşam sürüyordu. İnsan ilişkileri bugünkünden çok mu farklıydı?

Çok farklıydı dersem sanırım hiç abartmış olmam. O yıllarda insanlar yaşadıkları semte karşı bir aidiyet duygusuna sahiptiler. Semtlerin resmi olarak çizilmiş sınırları yoktu ama herkes kendi semtinin nerede başlayıp nerede bittiğini bilirdi. Sokakların toplaşmasından ortaya birkaç mahalle bir semti oluşturuyordu. Her semtin kendine has kültürel ve sosyal bir bütünlüğü vardı. Semtin sakinleri bu güvenli ortak mekânın verdiği huzur içinde yaşarlardı. Bu huzur ortamının yarattığı ortak duygu ise semte aidiyet duygusuydu. Bu duygu semt insanın yalnızlığa düşmesini, yabancılaşmasını engelliyordu. O yıllarda Henüz apartman yaşamına geçilmemişti. Bir iki katlı evlerde yaşayan semt sakinleri ortak kültürleri nedeniyle birbirleriyle kolayca tanışıp, yakınlaşabiliyorlardı. Toplumun temel taşlarından birisi olan komşuluk ilişkileri burada kolayca kurulabiliyordu. Doğum, cenaze, düğün gibi her türlü sosyal olay komşular arasında duygulanmalara, dayanışmalara yol açıyordu. Dar sokakların hâkim olduğu mahallelerde komşuluk ilişkileri sıcakkanlı ve dostçaydı. Komşu komşunun külüne gerçekten muhtaçtı. Bu nedenle ‘Ev alma komşu al!’ deniyordu. Bugün maalesef çok katlı apartmanlarda, sitelerde oturan birbirlerini tanımayan, tüketim toplumunun esiri olmuş salt tüketim düşünen gittikçe bencilleşen bireylerin oluşturduğu bir İstanbul’da yaşıyoruz.

 Size dört kitap yazdıran Fatih Sultan Mehmet’in İmar ve İskân Projesi halkının tamamı Hıristiyan olan 1100 yıllık bir Ortodoks Roma kentini nasıl İslam kentine dönüştürdü. Bunun için nasıl bir imar ve iskân politikası izlendi?

Fetihten sonra önce Bizans elit sınıfının,  aristokratların yerleşik olduğu Sultanahmet’ten başlayıp Saraçhane’ye uzanan ve burada iki kola ayrılarak bir kolu Edirnekapı’ya diğer kolu Altınkapı’ya uzanan Mese olarak adlandırılan Kral Yolu üzerinde Müslüman semtlerin oluşmasına öncelik verildi. Bu bölge stratejik bir konuma sahipti. Bilenler bilir bu düz akstan Marmara Denizi ve Haliç kıyılarına yokuşlarla inilir. Doğu Romalıların (Bizanslıların) yaptığını Osmanlı da aynen yaptı ve bu düz aksa yerleşerek denizden gelecek tehlikelere karşı kendini güvenceye aldı. Gayrimüslim cemaatleri ise deniz kıyısına ve bu kıyıya inen bölgelere iskân etmeye başladı. Müslüman İstanbul’un oluşumu için ilk büyük imar hamlesi sur içinin orta yeri olarak kabul edilen Saraçhane bölgesinde başladı.  Fatih, Eski Saray olarak anılan ilk sarayını bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin bulunduğu alanda inşa ettirdi. Bugün Şehzadebaşı Camisinin yer aldığı alanın tam karşısında ilk Yeniçeri Kışlası Eski Odalar inşa edildi. Bu kışlanın ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla Saraçlar Çarşısı kuruldu. Saraçhane semti ismini bu saraçlar çarşısından almıştır. Fatih kendi adını taşıyan şehrin ilk külliyesi gene bu bölge de inşa ettirdi. Fatih Külliyesinin giderlerini karşılaması için Sultan Pazarı olarak adlandırılan içinde yüzlerce dükkân bulunan bir çarşı inşa ettirdi. Fatih’in imar ve iskân faaliyetlerine bu bölgede başlaması aslında bir tesadüf değildi.

Fatih külliyesi içinde yer alan Fatih Camisi, İstanbul’un kurucusu Büyük Konstantin’in ve diğer bazı Bizans imparatorlarının mezarlarının bulunduğu ve Hristiyan İstanbul’da Ayasofya’dan sonra ikinci en kutsal mabet olarak kabul edilen Havariyun Kilisesi’nin (Hagioi Apostoloi Kilisesi) bulunduğu alanda inşa edilmişti. Fatih, vefat ettiğinde kendisinin bu eski Bizans imparatorlar Kilisesinin yerinde inşa edilen caminin haziresine defnedilmesini vasiyet etmişti. Bu vasiyet ile “ Son Roma İmparatoru ” olduğunu teyit ettiren Fatih, Hristiyan İstanbul’un Müslüman İstanbul’a dönüşme sürecini başlatacaktı.

Fetih sonrasında nüfusu 50 bine düşen, harap halde ki İstanbul’da iki grup insan bulunmaktaydı. Sayıları bir hayli azalmış olan yerli halk ve İstanbul’u fetheden Osmanlı askerleri. Şehrin yeniden canlandırabilmesi, zenginleştirebilmesi için dışarıdan insanların getirilmesi gerekliydi. 1455-1475 yılları arasında İmparatorluğun her tarafından İstanbul’a insanlar getirildi. Bilinçli olarak merkezden devletin çeşitli bölgelerine gönderilen fermanlarla İstanbul’a çağrılan kitleler olduğu gibi sürgün olarak getirilen kitlelerde vardı. Bir de Fatih’in bizzat katıldığı seferlerde gittiği yerlerde seçtiği nitelikli insanlar vardı. Fatih’in özenle seçtiği bu âlimler, sanatkârlar, ustalar ve meslek sahibi insanlar İstanbul’a yerleşerek kente hayat katacaklardı. Fatih, yerleşimin hızlanması ve Müslümanlara özgü mahallelerinin kurularak çoğalması için din adamlarına, şeyhlere evler, arsalar tahsis etmiş, mescitler zaviyeler yaptırmaları için onları teşvik etmişti. Büyük yerleşim bölgelerinin oluşumu için ise 1459 yılında devlet büyüklerini toplamış ve onlara şehrin muhtelif noktalarında külliyeler inşa etmelerini buyurmuştu. Böylece mescitlerin etrafında Müslüman mahalleler oluşurken külliyelerin etrafında da Müslüman semtler oluşmaya başlamıştı. Fatih döneminde kurulan bu külliyeler Müslüman İstanbul’un ilk semtlerinin nüvesini oluşturur. Külliyelerin giderlerini karşılamak amacıyla kurulan çarşılar kurulmuş, bu çarşıların etrafında yerleşen nüfusla birlikte yeni mahalleler, yeni semtler ortaya çıkmıştı. Böylelikle İstanbul hızla bir İslam kentine dönüşmeye başlamıştı. Fatih döneminde şekillenen tarihi semtler bugün bile hala kurucularının isimleri ile anılmaktadır. Ve böylece bu semtlerin kurucularının kimler olduğu ve ilk yerleşenlerin nereden geldikleri bilinmektedir. Fatih, Mahmutpaşa, Gedikpaşa, Murad Paşa, Kocamustapaşa, Akşemseddin, Molla Güranî, Molla Hüsrev, İskenderpaşa, Atikali, Uzun Yusuf, Uzun Şücâ, Deniz Abdal, Cibali, Sancaktar Hayreddin, Ali Fakih, Kovacı Dede, Üsküplü, Karaman, Çarşamba, Aksaray v.s.

Fatih gene ince bir siyaset uygulayarak kentten kaçan Rumları kente geri getirmek için Rum Ortodoks kilisesini yeniden toparladı.  Ortodoks Kilisesinin Katolik kilisesi ile birleşilmesine karşı çıkan II. Gennadios Sholarios’u, Bizans geleneklerine uygun bir biçimde yeniden toplanan dini meclis (sinod) tarafından patrik seçtirdi. Birkaç yer değiştiren patrikhane 1602 yılında Fener semtine geldi ve zamanla Haliç kıyısında Ortodoks Rumların ağırlıklı olduğu mahalleler ortaya çıktı. Katolik dünyasının uyguladığı baskılar neticesinde göçlerle İstanbul’a gelen Avrupalı Yahudiler ise Balat ve Hasköy’e yerleştirildi onlarında zamanla kendi mahalleleri ortaya çıktı. Böylece Haliç kıyıları Ortodoks Rumların ve Yahudilerin yerleşik oldukları bir yerleşim bölgesine dönüştü. Marmara kıyısındaki yerleşim bölgesinin oluşumu ise ağırlıklı olarak İstanbul’a Anadolu’dan getirilen Hristiyan ahaliye dayanıyordu.  Sürgünle gelen ilk Hristiyan cemaat Fatih’in 1475 yılında son verdiği Karamanoğulları beyliğinden sürgün edilen anadilleri Türkçe itikatları Ortodoks olan Karamanlı Rumlardı. Karamanlı Rumlar Yedikule bölgesine yerleştirildi.  İstanbul’da ki Rum Ortodoks nüfusa karşı dengeyi gözetmek isteyen Fatih, 1461 yılında Bursa’dan Gregoryen Ermeni cemaatini getirterek Samatya’ya yerleştirdi. İstanbul’da bir Ermeni Patrikliği kurdurdu.  Rum Ortodokslara ait Sulu Manastırı patrikhane olarak kullanmaları için Ermenilere verdi. Patrikhane etrafında yoğunlaşan Ermeniler Samatya’da Ermeni mahallelerini oluşturdular. 1641 yılında patrikhane Kumkapı’ya taşınınca eski bir Rum yerleşimi olan Kumkapı’da Ermeni mahalleleri oluşmaya başladı. Böylece Haliç ve Marmara kıyısında Gayrimüslim kadim cemaatlerin ağırlıklı oldukları tarihi semtler biçimlendi.

İstanbul’da ilk kurulan Müslüman semtin Saraçhane olduğunu zamanla bölgenin bir konaklar semtine dönüştüğünü yazıyorsunuz. Bugün Saraçhane bölgesine baktığımızda anlattığınız dönemle bağlantılı hemen hemen hiçbir şey göremiyoruz. Ne oldu da bu bölge bu hala geldi?

Bozdoğan Kemerinin çevresinde Atatürk Bulvarı açılmadan önce mahalleler yer alıyordu. Saraçhane Vefa ve Zeyrek semtleri bir bütünlük içindeydi. Saraçhane semtinin fiziki anlamda değişime uğradığı ilk yıkımlar Atatürk Bulvarı’nın açılması sırasında yaşandı. Atatürk Bulvarı’nın ilk bölümü Yenikapı-Aksaray kısmı, 1925 yılında açılmış ve ardından 1928 yılında alınan bir kararla Tarihi Yarımada Fatih ve Eminönü olarak iki ilçeye ayrılmıştı. Atatürk Bulvarı’nın Saraçhane-Unkapanı, Aksaray-Saraçhane kısımları ise 1938 den itibaren inşa edilmeye başlanmış ve bulvarın bugünkü güzergâhı 1943 yılında tamamlanarak ortaya çıkmıştı. Sonuç olarak Atatürk Bulvarı semti tam ortadan ikiye bölmüş ve bulvarın inşası sırasında semtte ki pek çok sokak, mahalle, cami, medrese, hazire, çeşme yıkılarak kayıplara karışmıştı. Bölgede tek parti döneminde başlayan yıkımlar çok partili dönemde de aynen devam etmişti. Menderes döneminde 1953-56 yılları arasında girişilen imar faaliyetlerinde konaklar, hamamlar, karakol binaları, mescitler medreseler sübyan mektepleri, sebiller, Roma döneminden kalan su savakları kör kazmaya kurban gitmişti. Bilgisizce yapılan bu imar hareketleri neticesinde maalesef bir tarih yok edilmişti.  Bugün bu imar değişikliklerinden sonra Saraçhane diye bir semtten söz etmek ve ortada eskiye dair hemen hemen hiçbir şey kalmadığı içinde semtin eski halini tasavvur edebilmek neredeyse mümkün değildir. Bölgede İmar katliamlarından kurtulabilmiş üç tarihi eser vardır. Bunlardan birisi Şehzadebaşı Camisi’nin dibinde ki Burmalı Mescit, diğeri Bozdoğan Kemerinin dibinde yer alan, bugün Karikatür Müzesi olarak kullanılan Gazanfer Ağa Medresesi ve bir diğeri de Amcazade Hüseyin Paşa Külliyesidir.

Suriçi’nin tarihi semtlerindeki demografik yapı daha doğrusu kozmopolit mahalle yaşamı nasıl değişti? Bu değişimi yaratan etkenler nelerdi?

Gayrimüslim cemaatlerin varlığını sürdürdüğü sur içindeki tarihi semtlerde 6/7 Eylül 1955 olaylarına kadar bu sosyal yapıyı sarsacak büyük bir vukuat olmamıştı. Bu elim vakaya kadar Müslümanlarla komşuluk ilişkileri normal seyrinde sürmüştü. İnsanlar birbirlerinin inancına saygı gösterir, birbirlerinin bayramlarını kutlarlardı. 6/7 Eylül yağmalamasının yarattığı korku sonrası Gayrimüslimlerin bir bölümü semt değiştirmiş, küçük bir bölümü yurtdışına göç etmişti ama asıl büyük bölümü İstanbul’u henüz terk etmemişti. Asıl büyük göç 1960 Kıbrıs olayları sonrasında başlayan ve gittikçe şiddeti artan baskılar sonrası yaşandı. 1964 Kararnamesi ve 1974 Kıbrıs çıkartması arasında geçen dönemde artan baskılar nedeniyle kendini güvende hissetmeyen Gayrimüslim nüfusun özellikle de Rumların büyük bir bölümü Türkiye’yi terk etmiş daha doğrusu terk ettirilmişti. Kıbrıs meselesi nedeniyle Rumlara uygulanan baskılar tüm Gayrimüslimlere yönelince kendini güvende hissetmeyen Ermeni, Süryani, Yahudi diğer Gayrimüslimlerde yurt dışına göç etmeye başlamışlardı. Yahudilerin göçü 1948 yılında kurulan İsrail devletinin ortaya çıkışı ile daha önceden başlamıştı. Gayrimüslim cemaatler sur içinde ki tarihi semtleri terk ederken, onların terk etmek zorunda kaldıkları semtleri Anadolu’dan akan göçlerle gelenler doldurmaya başladılar. Kırsaldan kente çalışmak için göç edenler Gayrimüslimlerin geride bıraktıkları evlere yerleşiyorlardı. Göçle gelenlerin yarattıkları kültürel erozyon nedeniyle, Gayrimüslimlerin ardından kentsoylu Müslüman ailelerde sur içinden ayrılmaya başka semtlere taşınmaya başladılar.  1965 yılında çıkarılan Kat Mülkiyeti Yasası ile İstanbul’da çarpık yapılaşmanın önü açıldı. Sur içinde yaşayan ailelerin büyük bir kısmı evlerini, konaklarını kat karşılığı Laz müteahhitlere vererek hızlı bir şekilde sur içini terk etmeye, kaloriferli modern binaların inşa edildiği semtlere özellikle de Kadıköy yakasına taşınmaya başladılar. Siyasi erkin kentsoylu Gayrimüslimleri kentten tasfiye etme hamlesi İstanbul’un kozmopolit yaşamının kaçınılmaz sonunu hazırlamıştı.  Böylece İstanbul kozmopolit yaşama dayalı mahalle kültürü tarih oldu, Millet Sisteminin altı yüz yıl içinde oluşturduğu çok dinli, çok dilli, renkli, hoşgörülü sosyal yapı çatırdayarak yıkıldı gitti.

Fatih Sultan Mehmet’in bir İslam kentine dönüştürmeyi düşlediği İstanbul’da ilk Müslüman Kentsoyluların Fatih’te ortaya çıktığını, Fatih’te kentsoylu yaşamını 1970’li yılların ortalarına kadar hala varlığını koruduğunu anlatıyorsunuz. Gençlik yıllarınızda Fatih’te nasıl bir yaşam vardı?

Fevipaşa Turları, 1971

1960’lı yılların sonunda 70’li yılların başında Fatih’in ünlü caddesi Fevzipaşa Caddesi Fatihli gençlerin piyasa caddesiydi. Burada buluşulur, piyasa yapılırdı. Bugün artık pek kullanılmayan ‘piyasa yapmak’ deyimi, erkek-kız ilişkilerin henüz mahcup yaşandığı o dönemlerde, kızların ve erkeklerin arkadaşlarıyla birlikte Fevzipaşa Caddesi’nde turlaması, tur atarken birbirleriyle karşılaşmaları, bakışmaları, laf atmaları ve tanışmaları demekti. İkili üçlü gruplar halinde Yavuz Selim durağından başlanan piyasa turu genellikle Saraçhane’ye kadar sürerdi. Buradan ileriye geçilmezdi. Çünkü mağazalar ve dükkânlar Saraçhane tarafında son buluyorlardı. Piyasa yapmak hem erkekler hem de kızlar için ‘görmek ve görülmek’ anlamına geliyordu.

Fevzipaşa Caddesi mağazaları, muhallebicileri, pastaneleri, sinemaları, büfeleri, dondurmacıları ve lokantaları ile İstanbul’un Beyoğlu ile birlikte en önemli alışveriş ve eğlence merkeziydi. Sadece Fatihlilerin değil İstanbul’un diğer semtlerinden gelen insanlar içinde de bir çekim merkeziydi. Bugünün Bağdat Caddesi gibiydi. İstanbul’un her tarafından Fevzipaşa Caddesi’ne mağazaları dolaşmak, alışveriş yapmak, sinemalara gitmek için insanlar akın ederlerdi. Bugün hepsi birer önemli marka haline gelen pek çok firma, ilk mağazalarını Fevzipaşa Caddesi’nde açmışlardı. İnci Ayakkabı Mağazası, Tanca Ayakkabı Mağazası, Nehir Konfeksiyon, Aydınlı Konfeksiyon, Zeki Triko bunlardan bir kaçıdır. Giyim kuşam mağazalarının yanında Hayat pastanesi, Dilek pastanesi, Kilim Pastanesi, Vefa Bozacısı, Renk ve Zevk sinemaları caddenin favori mekânlarıydı. Butik kelimesinin henüz kullanılmadığı o yıllarda hazır giyim satan mağazalara konfeksiyon mağazası denirdi. Son moda kıyafetler ilk önce Fatih’in bu modern konfeksiyon mağazalarında görücüye çıkarlardı.

Fatih’te ki kışlık ve yazlık sinemalar sezonun en yeni filmlerini oynatırlardı. Pazar günleri on bir matinesi denilen özel matine de Renk ve Zevk sinemalarında bilet bulmak nerdeyse imkânsızdı. Öğrencilere paso (talebe) indirimi yapılan bu matinede adeta izdiham yaşanırdı. Çok önemli bir film oynadığı günlerde bizimle aynı kahveye takılan ama farklı mecralarda at koşturan Arap Kamil, Topuk Kemal ve Cici bu iki sinemanın önünde karaborsa bilet satarlardı. Renk ve Zevk sinemaları aynı bina da yer alıyorlardı. Renk sinemasında film bitince çıkışlar Zevk sinemasının bilet gişesinin hemen yanında ki aralıktan yapılıyordu ve bu ilginç durum nedeniyle ‘Renkten girdik, zevkten dört köşe çıktık’ diyerek espri yapardık.

Renk ve Zevk sinemalarının karşısında ki Ömür Bilardo salonu bizim mekânımızdı. Kız arkadaşlarla buluşmalarımız ise genellikle cadde üzerinde yer alan özel birkaç mekânda olurdu. Bunlardan birisi Fevzipaşa Caddesi üzerinde ki Vefa Bozacısıydı. Fatih’te ki Vefa Bozacısının Vefa da ki Vefa Bozacısı ile bir ilgisi yoktu. En azından onlar böyle diyordu. Bunu vurgulamak için de dükkânın duvarına ‘Başka yerde şubemiz yoktur’ diye bir tabela asmışlardı. İlginçtir o yıllarda Vefa’da ki Vefa Bozacısının duvarında da ‘Başka yerde şubemiz yoktur’ yazılı bir tabela asılıydı. Sanırım bu iki rakip kuruluş birbiriyle akrabaydılar ve isim hakkı savaşı veriyorlardı.

1960’lı yıllarda okullarda sabah ve öğlen olmak üzere iki tedrisat uygulanırdı. Öğrenciler, sabahçılar ve öğlenciler diye ikiye ayrılırlardı. O yıllarda cumartesi günleri de okul vardı ama yarım gündü. Cumartesi günleri sabahçılar 10.30 a kadar, öğlenciler ise 12’ ye kadar 3 ders yaparlardı. Cumartesi günleri az ders olduğu için genellikle cumartesileri okulu kırardık. Hele bahar geldi mi güzel havalara dayanamayıp okulu kırdığımız günlerde, kendimizi hemen gözden en uzak bölgelere Gülhane Parkına, Yıldız Parkına veya adalara atardık. Cumartesi bizim için en eğlenceli okul günüydü. Çünkü o gün genellikle beden eğitimi, Müzik, Resim gibi fazla yorucu olmayan dersler olurdu. Öğrenciler adeta bir tatil havasına girerdi. Okul çıkışından sonra genellikle eve gidenler pek olmazdı. Çünkü o gün Fevzipaşa Caddesi’nin piyasa günüydü. İstiklal Marşı okunup okullar dağıldı mı, Fevzipaşa Caddesi bir anda cümbüş yerine dönerdi. Sultan Selim Kız Meslek Lisesi’nin, Fatih Kız Lisesi’nin ve Cibali Kız Lisesi’nin dağılması demek bir sürü kızın bir anda caddede boy göstermesi demekti. Onların cadde de boy göstermesiyle birlikte piyasa hızlanır ve cadde bir anda cıvıl cıvıl olurdu. Caddeye çıkan talebe kızların eteklerinin boyu kısalır, erkek öğrencilerin kravatları fora olur ceplere, çantalara girerdi. Kızlar ve erkekler ikili üçlü gruplar halinde caddeyi turlamaya başlarlardı. Bu turlamalar esnasında bakışmalar, laf atmalar, konuşmalar ve tanışmalar yaşanırdı.

Fatih Kız Lisesinin sıralarında Türk Sinemasının pek çok ünlü ismi dirsek çürütmüştür. Türkan Şoray, Müjde Ar, Perihan Savaş, Gülşen Bubikoğlu benim bildiklerim. O yıllarda gençler, Fatih kız Lisesinin çevresinde okul çıkışını beklerlerdi. Bazıları kız arkadaşları ile buluşup ona evine kadar refakat ederken, bazıları da beğendiği kızı yeniden görebilmek için ya da onunla tanışabilmek umuduyla orada nöbet tutarlardı. Kız erkek ilişkilerinin oldukça saf yaşandığı yıllardı o yıllar. Uzaktan bakışmalar, günlerce tanışabilmek için aynı yerlerde takılmalar, sevgiliye okuldan alıp eve kadar refakat etmeler, kuytularda gizlice el ele tutuşmalar. Bu ilişkilerde platonik duygular yoğun bir şekilde yaşanırdı. Bahar gelince okul kırmaları başlardı. Gençler çiçek açar, yeni aşklara yol alınırdı. Fatih Kız Lisesinin hemen yakınında Çarşamba Caddesi ile Yavuz Selim Caddesi’nin kesiştiği köşede yer alan Orhan’ın Büfesi o yıllarda Fatihli gençler için bir iletişim noktası idi. Kız arkadaşlarının okuldan çıkışını bekleyen gençler burada takılırlardı. Fatih Kız Lisesi’nin Okulu kıran talebe kızları okul çantalarını buraya emanet ederlerdi. Orhan Karadenizliydi ve öyle alışıldık büfecilerden değildi. Müşterilerine kibar davranırdı, samimi ama mesafeliydi, sululuk yapmadığı içinde kızların güvenini kazanmıştı. Müşterileri Fatih Kız Lisesinin talebeleri olunca, bakımlı olmakta onun için kaçınılmaz olmuştu. Her zaman temiz ve şık giyinirdi. Tıraşına ve saç kesimine özen gösterirdi.

‘Nefs-i İstanbul’ kitabınızda Puding Shop ve Yener’in Lokantası gibi dönemin Hippi mekânlarını, ‘Magic Bus’ ile Katmandu yolculuğu gibi dönemin trendleri hakkında bilgi veriyorsunuz. Bununla birlikte darbenin ardından yasaklar ülkesi haline dönüşen Türkiye’de yaşamın boğucu olduğunu batılı Hippilerin doğuya özlem duyarken siz ve arkadaşlarınızın tersine Batı’ya gitmeyi amaçladığınızı yazmışsınız. O dönemin Sultan Ahmet’i kendi toplumlarına yabancılaşan iki grubun buluşma mekânıydı diyebilir miyiz? Rüya ne kadar sürdü?

Pudding Shop, Lale Restorant, 1973

Altmışlı yılların sonlarında Batılı kapitalist ülkelerde sanayileşme doruk noktasına varmış ve sanayi toplumu ortaya çıkmıştı. ‘Zaman Paradır!’ düsturunu ilke edinen Batılı kapitalist ülkelerde ki hızlı sanayileşmenin yarattığı mekanik yaşamdan bunalan Batılı gençler sisteme başkaldırmış ve özgürlük arayışı içine girmişlerdi. Batı’da ortaya çıkan iki siyasi hareketten birisi 68’liler olarak dünya siyasi literatürüne giren sol bir siyasi bir hareket, diğeri ise sonraları Çiçek Çocukları, Hippiler olarak adlandırılan pasifist özgürlükçü Beatnik hareketiydi.

Çiçek Çocukları aşkı ve cinsel devrimi savunuyorlardı. Sanayi toplumunun egoist kültürüne, kilisenin cinselliği denetleyen, yasaklar koyan baskıcı ahlak kurallarına karşı çıkıyorlardı. Hem savaşa, hem de cinsel tabulara karşıydılar. ‘ Not war make love’ diyorlardı, ‘Savaşma Seviş’ sloganını benimsemişlerdi.  Batıda ki değişim hareketleri doğal olarak Tanzimat’tan beri yüzünü Batı’ya çevirmiş olan Türk gençliğini de etkilemişti. Etkilemişti ama bizim derdimizle onların derdi ile aynı değildi. Biz onları sadece taklit ediyorduk. Çünkü ekonomik yapımız ve toplumsal kültürümüz onlarla aynı değildi. Biz iç pazara yönelik dışa kaplı, devlet kontrollü, korumacı bir ekonomik yapının yarattığı kapalı toplum yapısının bunalımını yaşıyorduk. Batılı gençlik ise sanayileşmenin yarattığı insanı robotlaştıran, makineleştiren egoist yaşam kültürüne karşı mücadele veriyordu. Bu nedenle Batılı gençlerin bir kısmı siyasi bir sol hareket içinde aktif olarak kapitalizme karşı mücadelede verirken, diğer bir kısmı da ülkelerinden ayrılarak, Doğu’nun mistik dünyasında ucuz bir yaşam yaşamanın hayalini kuruyorlardı. Batılı sanayi ülkelerinden ceplerinde az bir para ile Doğu’ya doğru yolculuğa çıkan bu gençlerin mola verdikleri ilk durak İstanbul’du.

İstanbul halkı ilk önceleri Çiçek Çocukları denilen bu uzun saçlı, renkli kıyafetli, çimenler üzerinde gitar çalıp şarkı söyleyen, gönüllerince eğlenen ve esrar içen parasız turistleri biraz şaşkınlıkla karşılamıştı ama zamanla onlara alışmıştı. Çiçek Çocukları normal turistlere hiç benzemiyorlardı. Gittikleri her yerde, dillerini bilmedikleri insanlarla müzikle iletişim kuruyorlardı. Doğu yolculuklarında karşılaştıkları kültürleri, sanatları, inançları ve müzikleri döndüklerinde ülkelerine taşıyorlardı. Onların sayesinde Batı dünyası, Doğu’nun gizemli dünyasını ve kültürünü tanımaya başlamıştı. Doğu Batı arasında bir nevi barış elçileriydiler.

Sultanahmet Ağustos 1973-Selami,Cafer, Corci,ben

Çiçek Çocuklarının yani Hippilerin İstanbul’da ki buluşma noktaları Sultanahmet’ti. Avrupa’nın çeşitli şehirlerinden eski püskü otomobillerle, minibüslerle, otobüslerle yola çıkan bu hippiler, İstanbul’a varınca doğruca Sultanahmet’e geliyorlardı. Lale Restoran, hippilerin isimlendirilmesiyle Pudding Shop, onların Sultanahmet’te ki ilk buluşma adresleriydi. Onların Lale Restoran’a taktıkları muhallebici anlamına gelen Pudding Shop ismi doğru bir tercümeydi. Çünkü burası aslında gerçekten de bir muhallebici dükkânıydı.  Pudding Shop iki katlıydı. Alt katta, bir duvarın üstünde bir iletişim panosu asılı dururdu. Batılı ülkelerden Katmandu’ya, Nepal’e gitmek için yola çıkanlar, ilk durakları olan İstanbul’a vardıklarında, arkadaşlarına İstanbul’a geldiklerini bildirmek için, bu alt katta ki panoya bir not yazarak iliştirirlerdi. Bu notlarda kimlerin geldikleri, nerede ve hangi otellerde kaldıkları ve nereye gidecekleri, arabalarında boş yer olup olmadığı, yol arkadaşı aradıkları gibi bir takım şeyler yazardı. Duvarda ki bu pano Sultanahmet’de ki hippilerin iletişim aracıydı. Batılı konsoloslukların telefon numaraları da bu panoda yazılı olurdu. Konsolosluklar kayıp bir vatandaşını aradıklarında zaman, önce Pudding Shop’a uğrarlardı. Pudding Shop’u Namık ve İdris Çolpan kardeşler işletiyorlardı. Önceleri pasta, çikolata, muhallebi, çay gibi normal bir muhallebici de satılan mamuller sunarken, hippilerin Sultanahmet’e akınından sonra menülerine sabah kahvaltısı ve lokanta yiyecekleri de koymaya başlamışlardı. İşler daha da yoğunlaşınca mekânı self servise dönüştürmüşlerdi. Zamanla Pudding Shop dünya çapında bir üne kavuşmuştu. Bugün Batılı siyasete damgasını vuran pek çok siyasetçi gençlik yıllarında Pudding Shop’u mekân eylemiştir.

1960’lı yılların sonlarında Hippilerin Sultanahmet’i mekân tutmaları ve Sultanahmet’i bir hippi gettosuna çevirmeleri sonucunda Sultanahmet hızlı bir biçimde değişime uğramaya başlamıştı. Sirkeci’de ki ‘Bitli Palas’ denilen otellerin benzerleri burada da açılmaya başlamış, bunları ucuz lokantalar takip etmiş, Sultanahmet Camisi’nin, Ayasofya’nın önünde hippilerin uğrak yeri olan çay bahçeleri açılmıştı. Bazı otellerin bodrum katları da diskolara dönüştürülmüştü. Bu diskolara bizim gibi Türk hippileri de takılıyorlardı. Sultanahmet’te ayrı bir dünya vardı ve farklı bir yaşam hüküm sürüyordu. Sultanahmet Meydanı boyunca yan yana park etmiş, çiçek desenleriyle süslü minibüsler, renkli otobüsler, karavanlar ve otomobiller meydanı bir renk cümbüşüne çevirmişlerdi. Hippiler gün boyu parkta çimenler üzerine yayılıyor, gitar çalarak gece geç vakitlere kadar kendi aralarında eğleniyorlardı. Geceleri ucuz otellerde, karavanlarında veya parkta kurdukları çadırlarda uyku tulumları içinde yatıp kalkıyorlardı. Sultanahmet aslında hippiler ana yolculuğun sadece ara istasyonuydu ve burada birkaç gün soluklandıktan sonra yola devam ediyorlardı.

Hippiler sosyal insanlardı, bugünün ki kitle turistleri gibi çevreden kopuk değillerdi. Ziyaret ettikleri yerlerde yerli halklarla ilişkiler kurarak, gerçek bir ‘yolculuk felsefesi’ ile seyahat ediyorlardı. Bu felsefeleri nedeniyle bizler de hippilerle rahatlıkla iletişim kurabiliyorduk. Zaten biz de ne de olsa Türk Hippisiydik! Bizim Batılı hippilerden farkımız, biz buralıydık ve geceleri evimize dönüyorduk. Onlar gibi giyiniyor, onlar gibi saç uzatıyor ve kendi toplum kurallarımıza aykırı bir yaşam sürüyorduk. Sadece yolculuk için seçtiğimiz istikamet farklıydı; onlar Doğu’ya biz ise Batı’ya gitmek istiyorduk. Bizim gibi evcil Türk hippilerinin dışında, evlerinden ayrılarak veya kaçarak Sultanahmet’i mekân tutmuş ve burada hippilerle beraber yatıp kalkan Türklerde vardı ama bunların sayısı oldukça azdı.

Parev Kumkapı Kalimera Samatya kitabınızda Marmara kıyısında ki tarihi semtleri ve Kumkapı anılarınızı anlatıyorsunuz. Sur içi çocuklarının yüzmeyi o yıllarda çok küçük yaşlarda Samatya, Yenikapı, Kumkapı’daki beleş plajlarda öğrendiğini anlatıyorsunuz. Bilen var bilmeyen var Parev ne anlama geliyor?

Ülkemizin insanları genellikle Kalimera, Şalom, Hello, Ciao, Bonjour, Buongiorno sözcüklerinin “Merhaba, iyi günler” anlamına geldiğini bilir de nedense  “Parev” sözcüğünün Ermenice merhaba anlamına geldiğini bilmezler. Aynı şekilde Aya Yorgi’de ki Aya’nın, Sent Antuan’da ki Sent’in, Santa Maria’da ki Santa’nın “aziz-azize” anlamına geldiği bilirlerde nedense Surp kelimesinin Ermenice aziz anlamına geldiği bilmezler! Oysa Ermeniler bu coğrafyanın en eski halklarından birisidir. Bizden önce Anadolu coğrafyasında idiler. Anadolu’da ve İstanbul’da Surp ile başlayan onlarca kiliseleri vardır. Bu toprakların kadim cemaati Ermeniler yüzlerce yıl Müslüman Türklerle iç içe ve yan yana yaşamışlardır. Buna rağmen nedense ne Parev ne de Surp ne anlama gelir bizi ilgilendirmemiştir. Bu ilginç olgunun nedeni Ermenilerin bugün görünmeden yaşamaları mıdır yoksa bizim onları yok saymamız mıdır? Belki de her ikisidir, bilemiyorum!

Bizim kuşak farklı semtlerdeki okullarına, sinemalara, yaz aylarında da yüzmeye hep yürüyerek giderdi. O zamanlar İstanbul hala yaya İstanbul’du, araba bolluğu ancak bulvarlarda görülürdü, sokaklarda, caddelerde öyle insanı tehlikeye sokacak boyutta araba bolluğu yoktu. Bizim mahalledeki çocukların yüzme öğrendiği bölge Yenikapı sahili idi (bugün İDO İskelesinin bulunduğu alan). 1960’lı yılların başlarında artık yüzmeyi çok iyi öğrendiğimiz için arkadaşlarla Yenikapı’daki beleş plajımızı terk etmiş, Kumkapı’daki kayalık bölgeye yönelmiştik. Yeni adresimiz Kumkapı Dalgakıranının biraz ilerisinde yer alan kayalıklardı. Burasını denizin dibinde bulunan kayalarda bol miktarda midye bulunması ve dalgakırana yakın olması nedeniyle tercih ediyorduk. Burada hem yüzüyor hem de dalıp midye çıkartıyorduk. O zamanki dalgakıran daha sonraki yıllarda inşa edilen yeni dalgakıran gibi öyle kocaman ahım şahım bir dalgakıran değildi. Kayaların üzerine atılan beton blokların bu kayalara harçla raptedilmesiyle ortaya çıkmış küçük bir dalgakırandı. Dalgakıranın Üst kısmında düz bir yürüyüş yolu vardı.  Bu yol Yeşilçam filmlerinin aşk sahnelerin de kullanılan vazgeçilmez doğal bir plato idi. Burada romantik sahneler çekilirdi. Kaçamak yapan çiftler dalgakıranın üzerindeki bu yolda gözden ırak ele ele sarmaş dolaş yürürlerdi.

Dalgakıran Kumkapılı balıkçıların barınağı idi. Balıkçı tekneleri, sandalları burada dururdu. Balıkçılar, balık avından döndüklerinde tekneleriyle dalgakıranın içine girerler, burada ağlarını boşaltarak, tuttukları balıkları kasalara, sepetlere yerleştirirlerdi. Tutulan balıklar tahta kasalarla ve sepetlerle at arabalarına yüklenerek Azapkapı’da ki Balık Haline gönderilirdi. Eski balık hali Unkapanı Köprüsü’nün hemen bitiminde yer alan Sokullu Mehmet Paşa Camisi’nin yanında Azapkapı’da idi. Yakalanan balıkların hepsi balık haline gönderilmezdi. Bir kısmı Kumkapı meyhanelerine gider diğer bir kısmı da balıkçı barınağının orada satışa sunulurdu.

Balıkçı Barınağın üst kısmında kaplar içinde satılacak balıkların numuneleri sergilenirdi. Kaplarda ki balıklar seyirlikti. Balık almaya gelenler balıklara bakar ve istediği balığı söylerdi. Aşağıda duran sandallarının livarlarında ki balıklar, balıkçılar tarafından kese kâğıdına doldurur aşağıdan yukarıya fırlatırlardı. Yukarı da bekleyen diğer bir balıkçı bunu tutar ve müşteriye verirdi. O zamanlar naylon poşet yoktu,  sadece kese kâğıdı kullanılırdı. Anneler pazar alışverişlerine file ile giderlerdi.

Dalgakıranda ki balıkçı barınağına tahta bir merdivenle inilirdi. Balıkçı tekneleri ve sandalları buraya çekili dururdu. Küçük bir kulübe ile önünde birkaç küçük sehpa ve tabure bulunan barınakta balıkçılar gündüzleri çay içer, akşamcıları da demlenirlerdi. Tahta merdivenin hemen altındaki içine sürekli su akan minik bir havuz vardı. Bu minik havuz balıkçıların doğal buzdolabıydı. Havuzun içine soğuk kalması için rakı, su veya karpuz koyarlardı. Dalgakıranın bulunduğu yerin hemen yanı başına hangi kafaya hizmetse bir lağım kanalı inşa etmişlerdi. Lağım suları buradan denize dökülürdü. Allahtan o yıllarda kimyevi maddeler ve deterjanlar kullanılmadığı için, atıklar bugünkü gibi zehirli değildi ama gene de kanalizasyondan gelen çöpler akıntı olmadığı için bazen dalgakıranın içinde birikir ve özellikle lodos olduğunda kötü bir koku salardı.

Sahil yolu o yıllarda bugünkü gibi devasa genişlikte değildi. Dalgakıranın hemen karşısında tren yolu köprüsünün ön tarafında birkaç tane salaş meyhane vardı. Bu salaş meyhanelerin hepsi birbirine benzerdi. Tavanları balık ağlarıyla döşeliydi. Bir köşelerinde küçük bir içki tevzi tezgâhı, tezgâhın hemen yan tarafında ise küçük bir mutfakları olurdu. Kumkapı tren yolu köprüsünün altından geçilince Kumkapı Meydanı canlı yaşamı ile bizi karşılardı. Bu şirin semt meydanı bugünkü gibi turistik meyhanelerin işgalinde değildi.  Meydanda ki meyhaneler, dükkânlar ağırlıklı olarak semt sakinlerine hitap etmekle birlikte gene de diğer İstanbul semtlerden gelenler olurdu.

Kumkapı’da yüzdüğümüz günlerde balıkçı teknelerinin avdan dönmesini, balıkçı barınağına yanaşmasını dört gözle beklerdik. Onlar ağlarını temizlemeye başlayınca heyecanımız doruk noktasına ulaşırdı. Çünkü balıkçılar satışa sunulamayacak kadar ezik ve küçük balıkları denize atarlardı. Bizde denizin içinde bekler, martılardan önce bu balıkları kapardık. İki taş üzerine basit bir teneke parçası yerleştirerek yaptığımız ocağın topladığımız balıkları yerleştirir, kızardıktan sonra da afiyetle yerdik. Balıkların dışında teneke ızgaranın ikinci misafiri dalıp çıkarttığımız midyelerdi. Midye çıkartmak için denize dalmadan önce belimize bir file bağlar öyle dalardık. Kayalardan kopardığımız midyeleri bu filenin içine doldururduk. Nefesim yetene kadar dalıp çıkardık. Çıkardığımız midyeleri teneke ızgaranın üzerine yerleştirir pişirirdik. Teneke üzerine yerleştirilen midyeler önce sıcağın tesiri ile açılıp sularını salarlardı sonra da nar gibi kızararak portakal rengini alırlardı. Beraberimizde getirdiğimiz ekmeğin arasına doldurduğumuz kızarmış midyeleri afiyetle yerdik.

Kumkapı’dan eve dönerken dönüş güzergâhımız Gedikpaşa üzerinden olurdu. Kumkapı tren yolu köprüsünün altından geçip Kumkapı Meydanı’na oradan da Tiyatro Caddesi veya Gedikpaşa Yokuşu üzerinden Beyazıt’a ulaşırdık. O yıllarda Kumkapı meydanının çevresinde ki sokaklarda ve Beyazıt’a çıkan yokuşlarda ki evlerde ağırlıklı olarak Ermeniler otururdu. Bazen kiliselerde okunan ilahiler kulağımıza çalınırdı. Arka arkaya sıralanmış, çift sıra halinde başlarında bir kilise görevlisi ile yürüyen üzerlerinde üniformaya benzer kilise kıyafetleri bulunan Ermeni çocuklarını görürdük. Nereye gittiklerini merak edip sessizce arkalarına takıldığımız da olurdu.

Bugün maalesef Kumkapı’da o güzel masum yıllardan eser kalmadı. Bir tarafta, vur patlasın çal oynasın temposu ile gecede binlerce lira kazanılan turistik meyhanelerin istila ettiği Kumkapı Meydanı, diğer tarafta ise meydanın hemen yanı başında fakirliğin kol gezdiği arka sokaklar! Kumkapı adeta bir çöküntü bölgesi! Eskiden Kumkapılı Ermenilerin oturduğu evlerde bugün Afrikalılar, Türki Cumhuriyetlerden, Kafkasya’dan gelen göçmenler, iç göçle gelen Kürtler, Süryaniler ve Ermenistan Ermenileri oturuyorlar. Birkaç yaşlı Kumkapılı Ermeni dışında neredeyse eskilerden kalma hiçbir Kumkapılı yok artık bir dönemin bu şirin semtinde.

Eugeniu’dan Eminönü’ne Suriçi’nde Kayıp Zamanlar dizisinin son kitabında Eminönü bölgesini anlatıyorsunuz. Bizans ve Osmanlı döneminde İstanbul ticaretinin kalbinin attığı bu ticari liman bölgesinin Cumhuriyet kurulduktan sonra parça parça istimlak edilerek değişime uğratıldığını yazıyorsunuz. Bu değişim nasıl oldu ve bu değişime neden gerek görüldü?

Kurtuluş Savaşı sonrası Cumhuriyeti ilan eden kurucu irade modern Batılı bir devlet oluşturmayı hedefliyordu. Bu amaçla Ankara Hükümeti Ulus Devleti yaratmak için maziyi ötekileştiren Yeni bir devlet anlayışı ile harekete geçmişti. İşgal yıllarında İstanbul nüfusunun büyük bir bölümünü oluşturan Gayrimüslim ahali işgalcileri desteklemekteydi, Padişah ve çevresi ise Anadolu’daki Kurtuluş Hareketini karşıydı.  Bu nedenle İstanbul Ankara’nın Ötekisiydi. Başkent ilan edilen bozkırdaki Ankara’nın ardından sıra tarihi kent İstanbul’a gelmişti. İlk hareket İstanbul’un en eski yerleşim bölgesi Eminönü’nde başlar. Eminönü, 1928’de yılında çıkarılan bir kanunla ilçe yapılır. Tarihi Yarımada Fatih ve Eminönü olarak iki ilçeye bölünür. Bu bölünmenin ardından Eminönü’nün değişimine başlanır. Önce Yeni Cami’nin Galata köprüsünden ve denizden rahat bir şekilde görülebilmesi için köprü geçiş ücretlerini toplayan bilet kulübeleri ortadan kaldırılır. Ankara Hükümeti davet ettiği Fransız şehir planlamacısı Henry Prost’a İstanbul’u modernize etmek için bir Nazım Planı hazırlatır. Tek Parti yıllarında İstanbul Valisi aynı zamanda İstanbul’un Belediye başkanlığını da üstlenmekteydi. 1936-1949 yılları arasında İstanbul’u yöneten İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Lütfi Kırdar bu planı uygulamaya koyar. Mısır-Çarşısı’nın restorasyonuna başlanır, çarşının çevresini kaplayan binalar ve dükkânlar yıkılarak Mısır Çarşısı’nın etrafı açılır. Yıkımlar sonrası Yeni-Cami’nin arkası parka dönüştürülür. Bu yıkımlar ve istimlak hareketinde maalesef pek çok tarihi miras maalesef yoklara karışır.

Çok partili döneme geçildiğinde iktidara tek başına gelen Menderes tek parti döneminde başlatılan değişim planını kafasına göre devam ettirir. İstanbul’u babasının çiftliği gibi gören ve kendini kent mimarı ilan eden Başbakan Menderes, Unkapanı – Eminönü arasındaki yolu (1955-56) açtırır. Bu imar hareketi sırasında Bizans’tan Osmanlı’ya tüm ticaretin kalbinin attığı, balıkçılarıyla meyhaneleriyle, hanlarıyla ünlü Eminönü’nün simgesi Balıkpazarı yıktırılarak yoklara karıştırılır. Eminönü bütün bu yıkımlara rağmen gene de eski silueti kısmen de olsa korumuştu.

Menderes dönemi sur içinin en radikal imar hareketlerine uğradığı dönemdir. Bu dönemde sahil yolu deniz doldurularak açılmış ve Kumkapı, Kadırga, Samatya, Yedikule gibi tarihi Balıkçı semtleri kıyıdan uzaklaştırılmıştır. Vatan, Millet ve Ordu Caddelerinin açılması sırasında yapılan istimlaklerle yüzlerce tarihi miras yoklara karışmıştır. İstanbul’u tekerlekli araçlara açmak için girişilen imar hareketleri neticesinde yüzlerce yılda oluşan Yaya İstanbul yaşamı da tarihin derinliklerinde kaybolmuştur.

Menderes döneminde işleyen kör kazmayı Özal döneminde İstanbul Belediye Başkanı olan  ANAP’lı Belediye başkanı Bedrettin Dalan almıştır, onun döneminde Haliç Bölgesi Düzenleme projesi adı altında yapılan imar hareketinde (1984-89) Yemiş İskelesi ve çevresi tamamen ortadan kaldırılırdı. Eminönü liman bölgesi ve Eminönü Meydanı neredeyse çıplak hale getirilirdi. Bu değişim doğal olarak Eminönü bölgesinin demografik yapısını da etkiledi  ve Eminönü çevresinde ki semtlerde yaşayan aileler zamanla bölgeyi terk etmeye başladılar. Vefa, Küçükpazar, Süleymaniye gibi tarihi semtlerin sakinleri buraları terk ederken onların geride bıraktığı evler bekâr odaları olarak kiraya verilmeye başlandı. Tarihi ahşap konaklar, evler tahrip olurken bölge çöküntüye bırakıldı. 2000’lere gelindiğinde artık Eminönü gündüzleri kalabalık ve canlı, geceleri ise sessizliğe bürünen bir bölgeydi. Yerleşik nüfusu gün geçtikçe azalan Eminönü ilçesi 2008 yılında Fatih ilçesine bağlandı.

Kitaplarınızın doğup büyüdüğünüz bu tarihi kente bir vefa borcu olduğunu belirtmişsiniz, sizden bir kuşak sonra Yavuz Selim’de, Karagümrük’te, Çarşamba’da aynı sokakları arşınlamış, aynı yüzlerle selamlaşmış birisi olarak çalışmalarınızı keyifle okuyup, tanıtmak da benim borcum olsun. İçten cevaplarınız için teşekkür ederim! Ayrıca bir şeyler eklemek ister misiniz?

Yazdıklarım bir İstanbul masalıydı

Bir dönemde yaşandı

Ve bitti

Bana bunları anlatmak fırsatını verdiğiniz için teşekkür ederim

Mustafa Yoker Kimdir?

1952 yılında İstanbul Fatih’te doğdu. Çocukluk yılları Fener ve Balat’ta geçti. İlkokul, ortaokul, lise ve Üniversite dâhil tüm tahsil hayatı boyunca hep Tarihi Yarımada’daki yani Suriçi’ndeki okullara gitti. Yirmi dört yaşında İsviçre’ye yerleşti. 1986 yılında kendi Basın ve Reklam Ajansı, Yoker Presse und Werbe Agentur’u kurarak, gazeteciliğe başladı. IFC (Internationale Federation of Journalist) ve SJU (Schweizerische Journalisten Union) basın kartı sahibi olarak, İsviçre ve Türk basınında haberler yazdı. 1986-94 yılları arasında Milliyet Gazetesi’nin İsviçre temsilciliğini de yapan Mustafa Yoker, 1988 yılında Avrupa Türk Gazeteciler Cemiyetinin Jüri Özel Ödülünü aldı.

Yayınlanan kitapları:

2011 -Muhabir 12 Eylül Kuşları

2012 -Kalimera Fener Şalom Balat

2014 -Nefs-i İstanbul

2016 -Parev Kumkapı Kalimera Samatya

2019 -Eugeniu’dan Eminönü’ne