Büyük Britanya ve İrlanda Söyleşiler

Sinan Ercan ile İngiltere Turları ve İngiltere Gezisi Konulu Söyleşi

Londra’da yaşayan Profesyonel Turist Rehberi Sinan Ercan ile İngiliz kültürü ve İngiltere turları ama özellikle Londra ve British Museum gezisi hakkında bilgi edinmek, İngiltere gezisi yapmak isteyen Türk turistlere ilginç fikirler vermek amacıyla dolu dolu bir söyleşi gerçekleştirdim.

1.Britanya ağırlıklı çalışan ve Londra’da yaşayan profesyonel turist rehberisiniz. Bununla birlikte Hindistan başta olmak üzere farklı rotalarda da tur rehberliği yapıyorsunuz. İstanbul’da başlayan yaşam maceranız Londra durağına nasıl ulaştı?

Böyle durumlarda adet olduğu üzere, ben de “öncelikle bana bu güzel söyleşi imkanını verdiğiniz için” teşekkür ederek sözlerime başlayayım 🙂

1979 yılında İstanbul’un kendi halindeki köylerinden birisi olan Kemerburgaz’da doğdum. Ancak hemen belirtmeliyim, Benim doğduğum Kemerburgaz’ın villalarla ve son model araçlarla tanışmasına daha çok vardı. Henüz “country” olmamış, bağları bostanları hala duran, orta halli insanların yaşadığı basit bir köy olan Kemerburgaz’da büyüdüm ben. Hatırlayan kaldı mı bilemiyorum; 80’ler ve 90’ların İstanbulunda pazarlarda domates ve patlıcan “Kemerburgaz’dan” diye bağırılarak satılırdı. İşte ben o domateslerin, patlıcanların, mısırların tarlalarında büyüdüm.

İstanbul tarihi boyunca su sıkıntısı çekmiştir. Bu bilinen bir gerçektir. Kanuni Sultan dönemi bu su sıkıntısının ciddi olarak giderilmeye çalışıldığı bir dönemdir ve bu dönemde Mimar “Koca” Sinan tarafından Kırk Çeşme Su Yolları inşa edilmiştir. İşte benim köyüm olan Kemerburgaz’a ismini veren tam da bu su kemerleridir. Köyümüzün hem girişinde hem de çıkışında bulunan –diplerinde büyüdüğüm- 2 muhteşem su kemeri, Eğri Kemer ve Uzun Kemer, çocukluğunda ilgimi çok çekmişlerdi. Yaz tatillerinde Kemerburgaz çevresindeki ormanlarda yaptığım yürüyüşlerde (evet, o zamanlar içinde kaybolabileceğimiz sonu yokmuş gibi duran ormanlarımız vardı) bu su kemerlerinin üzerine çok çıkmış, uygun yükseklikteki noktalardan aşağıya ellerimizde sopadan kılıçlarla atlayarak arkadaşlarımla Cüneyt Arkın’ın filmlerini çok canlandırmışımdır.

İşte bu su kemerlerinin tepelerinde ve Kemerburgaz’ın çevresindeki ormanlarda geçirdiğim yaz tatillerim, küçüklüğümden itibaren bende tarihi eser ve doğa sevgisini oluşturdu. Rehberliğimin tohumları böyle atıldı diyebilirim. Bu doğa ve gezme sevgisiyle lise yıllarımda İzcilik yapmaya başladım. Doksanların ortalarına gelindiğinde tecrübeli bir İzciydim ve İstanbul’un çevresindeki illerdeki pek çok yürüyüş ve kamp rotasını iyi biliyordum. Bu da benim Dağ-Doğa ve Yürüyüş Rehberliği kariyerimi seçmemin yolunu açtı. Çok iyi hatırlıyorum, Profesyonel olarak (yani karşılığında para kazanma amaçlı) çıktığım ilk tur 1996 yılının Eylül ayında, İzmit’teki Samanlı Dağları’nda düzenlenen bir yürüyüş turu idi. Yani 2020 yılı itibariyle mesleğimde 24 yılı geride bırakmış olmanın mutluluğunu yaşıyorum.

İstanbul çevresindeki parkurlarda düzenlenen kısa süreli Yürüyüş turları bir süre sonra Kaçkar Dağları’ndaki daha uzun süreli turlara döndü. Kendimi geliştirdikçe ve Yürüyüş turları potansiyeli Türkiye’de arttıkça Rehberliğim de zaman içerisinde çekil değiştir. Kocaeli Üniversitesi Turist Rehberliği Bölümü’nü bitirerek 2000 yılı itibariyle Rehberlik mesleğimi gerçek anlamda Profesyonel ve Lisanslı olarak yapmaya başladım. Önce Türkiye içinde –Karadeniz ve Güneydoğu başta olmak üzere-her bölgede Rehberlik yaptım. Hep daha fazlasını isteyen birisi olarak 2003 yılında yurtdışına açılarak “Outgoing Rehberlik Kariyerime” de başlamış oldum.

Artık Doğa ve Yürüyüş rehberliği yapmıyorum. O kariyerimi 2008 gibi sonlandırdım. Son 10 yıldır, Türkiye içinde ve dışında, tamamen Kültür Turları Rehberliği yapmaktayım. 2016 yılında, çocuklarımızın eğitimini önceleyerek bir karar verdik ve Londra’ya taşındık. Bu sebeple son 4 yıldır ağırlıkla Britanya ve İrlanda Adaları’nda, İngiltere, İskoçya, İrlanda ve Galler turları yapmaktayım.

Bunlar en çok çalıştığım ülkeler olmakla beraber Hindistan, Özbekistan, İran, Fas, Lübnan gibi pek çok ülkeye de her yıl defalarca gidip geliyorum. İşte benim hikayem kısaca budur.

National Portrait Gallery (Ulusal Portre Galerisi), Londra Birleşik Krallık başkenti Londra’nın merkezsel meydanı olan Trafalgar Meydanı yanındaki “St Martin’s Place”‘de girişi bulunan sanat müzesidir..

2.Türklerin kafasındaki ‘İngiltere’ imajı, en azından benim kuşağım için İnkılap Tarihi derslerinin Ortaöğretim hayatımıza damgasını vurmasının fazlasıyla etkisini taşıyor. Victoria dönemi ve sonrasının kudretli ‘Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluğu’, 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı döneminde gerek dünya gerekse Türkiye üzerinde son derece etkiliydi. 1 asır içerisinde Britanya kudretini dolayısıyla imajını muhafaza edebildi mi?

Komplo teorilerinin Türkiye’de (ve artık galiba tüm Dünya’da) çok rağbet gördüğünü düşünüyorum. Toplumumuzda çok sayıda insan, hayatta ve politikada, özellikle uluslararası ilişkilerde anlayamadığı veya anlamlandıramadığı her olayı komplo teorileriyle açıklamaya çalışıyor. Britanya’nın veya daha anlaşılır şekilde söylersem İngiltere’nin geçmişte sahip olduğu güç ile günümüz dünyasındaki konumu da bu komplo teorilerinden bir kısmına fazlasıyla konu oluyor.

Yüzyıllar boyunca kendi halinde bir ada devleti olan ve en önemli uluslararası etkinliği her yüz yılda bir Fransa ile savaşmak olan İngiliz Krallığı’nın 1600’lerden itibaren başlayan yükselişi, 1800’lerdeki Victoria Dönemi’yle beraber doruk noktasına ulaşıp ülkeyi “Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk” haline getirmişti. Bu hepimizin malumudur. 1850’ler ile 1950’ler arasındaki 100 yılın tüm dünyadaki tek ve gerçek hâkimi olan Britanya’nın “dünya liderliği” II. Dünya Savaşı’na kadar sürmüştür. 1940’lardan itibaren sahip olduğu sömürgelerini yavaş yavaş kaybeden Britanya İmparatorluğu “Dünya’ya nizam veren ülke” olma özelliğini 1950’lardan itibaren ABD’ye kaptırdı.

21.yy. İngiltere’sinin bir ABD, Rusya, Almanya ve Çin kadar önemli, güçlü ve oyun kuran bir ülke olduğuna ben inanmıyorum. Elbette hala etkili, hala müreffeh ve dünyanın güçlü ülkelerinden birisi. Ama “en güçlüler liginin” bir üyesi mi? Ben sanmıyorum.

Britanya’da yaptığım turlarda Türk gruplara bu ülkeyi anlatmaya başladığımdan beri Türkiye’deki genel düşüncenin benimkinin tam tersi olduğu gözlemledim. Böylece anladım ki, Türk toplumunun büyük bir kısmı benimle hemfikir değil. Kraliçe’nin hala dünya siyasetinde çok etkili olduğuna inanılıyor ve “karanlık odalardaki yuvarlak masalarda toplanıp dünyayı yöneten gizli güçlerin liderinin” Kraliçe olduğu düşünülüyor. Burada rehberlik yaparken en çok zorlandığım noktalarda birisi aslında bu konuyla alakalı. Kraliçe’nin değil Dünya’yı yönetmek, aslında İngiltere’nin yönetiminde bile söz sahibi olmadığı konusu.

Sanırım herkes bilir; İngiltere Parlamentosunda 2 farklı meclis/kamara bulunuyor. Avam Kamarası (House of Commons) ve Lordlar Kamarası (House of Lords). Türklerin çoğunun düşüncesi, İngiltere’nin hala Lordlar, Düklerden, Kontlar ve Baronlardan oluşan bir Meclise başkanlık eden Kraliçe tarafından yönetildiği. Ancak bu kesinlikle doğru değil. Lordlar Kamarası’nın ve Kraliçe’nin Yürütme üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Ülkeyi halkın oyları ile seçilen Avam Kamarası üyeleri arasından çıkan Kabine ve Başbakan yönetir. Bu ülkedeki Monarşi artık hayli sembolik düzeyde kalmıştır ve geleneksel olarak varlığını sürdürmektedir. Bir önceki paragrafa dönersek, “gizli güçlerle beraber Dünya’yı yönettiği düşünülen” Kraliçe aslında kendi ülkesini bile yönetmemektedir.

Bu konuyu anlattığımda bazı misafirlerimin müstehzi bakışlarının arkasında “Sen öyle san Sinan biz biliyoruz neyin ne olduğunu” diye düşündüklerini fark ediyorum 🙂 Çünkü biliyorsunuz, önyargıları parçalamak atomu parçalamaktan daha zordur. Bu durumda çoğunlukla bir iki filmden birkaç sahne örneklemesi yapıyorum. Bir tanesini buraya taşıyayım:

2017 yapımı ‘Darkest Hours’ isimli film II. Dünya Savaşı’nın en zor zamanlarında Sir Winston Churchill’in Başbakanlığa atanması ve sonrasını işleyen etkileyici bir yapımdır. Kesinlikle tavsiye ederim. Churchill’in Britanyalılar için ne ifade ettiğini anlamak için bu filmi izlemelisiniz. Filmin başlarındaki bir sahnede (15.dk.) Muhafazakar Parti Lideri ve eski Başbakan Neville Chamberlain partinin yeni seçtiği Başbakan’ın Winston Churchill olduğunu bildirmek için Kral VI. George’un huzuruna çıkıyor. Kral Churchill’i kesinlikle istemiyor. “Geçmişi başarısızlıklarla dolu ve çok aksi bir adam. Onunla çalışmak istemiyorum. Neden onun yerine Halifax’ı (Dışişleri Bakanı) seçemiyorum” diye soruyor. Neville Chamberlain de “aslında ben de Halifax’ı istiyorum ve tüm Lordlar da onu istiyor. Ama muhalefetin de desteklediği tek kişi Churchill. O sebeple onunla çalışmalısınız” diyor.

Bakın, bu rastgele konmuş bir sahne değildir. Britanya tarihini anlatan bu tarz yapımlarda böyle bir sahne mutlaka olur. Benzer bir sahne Kraliçe Victorya’nın hayatını anlatan Victoria dizisinde de vardır, Kraliçe Elizabeth’in hayatını anlatan Crown dizisinde de. Bu sahneler bize şu mesajı üzerine basa basa anlatırlar: Kral, Kraliçe veya Lordlar Kamarası olmanızın bir önemi yoktur. İngiltere’yi Siz yönetemez, Meclis’in yapısına etki edemezsiniz.

3.İlk defa İngiltere’ye gelen Türk turistler bu ülkede en çok nelere şaşırıyor veya tepki veriyorlar? İngilizlerle ilgili yanlış bildiğimiz doğrular, doğru bildiğimiz yanlışlar var mı?

Uzun yıllardır yurtdışı gezileri yapan Türkler artık Avrupa’yı öğrendiler ve kanıksadılar diye düşünüyorum. Ancak Britanya için aynı şey geçerli değil. Britanya belki de bir ada olmasının getirdiği özelliklerden dolayı Avrupa anakarasından çok farklıdır. Türklerin bu ülkeyle ilgili “düşünceleri” çoğunlukla tv’de izledikleri dizi ve filmlerle sınırlı. 70 yıldır tahtta oturan 100 yaşındaki “ölümsüz” Kraliçe! Güzeller güzeli Lady Diana’yı hak etmeyen çirkin ve pısırık Charles! Çoğumuza İngilizce öğreten Mr. and Ms. Brown, Beatless, Manchester United, Liverpool, Mr.Bean… ha bir de trafik tersten akıyormuş ve konuştukları İngilizce anlaşılamıyormuş!

İngiltere’ye dair düşüncelerimizde bu tarz “karikatürize” kalıplardan bol miktarda var. Mesela Türkiye’de (ve belki de dünyada da) insanların çoğunun Lady Diana’yı Kraliçe’nin öldürttüğüne dair bir düşünce var. “Neden yapsın ki” diye sorduğumda aldığım “Lady Diana Dodi Elfayed’ten hamileydi. Eğer bu çocuk doğsaydı, tahtın yarı Arap bir varisi olacaktı” cevabını çok aldım. Prens Charles’tan boşanmış Diana’nın başka bir adamdan doğacak çocuğunun tahta ortak olabileceğine inanmak… Böyle düşünen insanların aslında Britanya monarşisinin tahta çıkış yasalarıyla ilgili hiçbir bilgilerinin olmadığını hemen anlıyorsunuz. En başlarda bu konu neredeyse bir tartışmaya dönecek kadar ilerliyordu. Ancak artık ben pes ettim 🙂 “İlginç bir teori” diyerek konuyu kapatmayı tercih ediyorum.

Bizde “gelenekçilik” pek yoktur. Bizim gelenekçilikten anladığımız aslında muhafazakarlık.

İngilizler çok gelenekçidir. Bu biz Türkler için çok alışıldık bir şey değil. Bizde “gelenekçilik” pek yoktur. Bizim gelenekçilikten anladığımız aslında muhafazakarlık. O da eskiyi muhafaza etmeyen, neredeyse tamamen dine değerlere dayalı bir muhafazakarlık! Biz niyeyse eskiyi sevmiyoruz. Eski kavramı bizde “köhne” ile aynı duyguyu yaratıyor. Yani başkasında seviyoruz. Gidip eski evlerin fotolarını çekmeyi, aralarında gezmeyi istiyoruz. Ama o evleri kendimize layık görmüyoruz. Sürekli “yeni”yi istiyoruz. Türklerin İngiltere’de en çok şaşırdıkları konulardan birisi bu konu: “Sinan, evler neden bu kadar eski” en çok duyduğum sorulardan birisidir. Türkiye’de yaşarken oturduğum bina 30 yıllıktı ve insanlar şöyle şeyler söylüyorlardı: “Artık çok eskidi, müteahhide verip yıktırıp yenisini yaptıralım”. Bilirsiniz, bu düşünce Türkiye’de çok yaygındır. 30-40 yıllık evler artık yıkılmalıdır! Londra’da yaşadığım evim 1909 yılında yapılmış. Yani tam 111 yıllık! Bu insanlarının aklına “şunu yıkalım da yenisini yapalım” düşüncesi pek gelmiyor. Gelenlere de kanunlar izin vermiyor! Bu gelenekçilik ve toplum alışkanlıklarında değişime direnme durumu, bence kendisini en çok lavabo-musluk sisteminde gösteriyor. Hala pek çok kamusal tuvalette sıcak ve soğuk suyun geldiği muslukların ayrı olduğu lavabo sistemi kullanılıyor. Üstelik bunlardan bazılarında muslukların arası 1 karıştan daha fazla. Ülkeye ilk defa gelenlerin bu muslukların nasıl ve neden hala kullanılabildiğini anlamaları pek mümkün olmuyor. Aslına bakarsanız ben de hala bunu anlayabilmiş değilim.

Victoria & Albert Müzesi’nde

4.İngilizlerin kafasında bir Türk imajı var mı -ki özellikle Londra’da bayağı bir Türk yaşıyor- ve ülkemize tatile geliyorlar. Yine de deveye binmediğimiz ya da Arapça konuşmadığımızı anlatmamız gereken bir topluluk var mı?

İngilizler akıllı insanlar. Ben şahsen Türkiye’yi bilmeyen, biz Türkleri tanımayan bir İngilizle henüz tanışmadım. Garsonundan taksicisine, markette çalışanından otobüs şoförüne kadar herkes ya Fethiye’de yazlığı olduğu için 20 yıldır sürekli gidiyor, ya “Marmaris’teki tatilinden” geçen hafta dönmüş ya da iş veya tedavi için İstanbul’a en az 1 kere gitmiş oluyor. Elbette “henüz gidemedim” diyenlerle de tanıştım. Ama onlar da Türkiye’yi biliyorlardı. Dolayısıyla ABD’de duyabileceğiniz “Where is Turkey? Is Turkey an Arap country? How many wifes/camels do you have?” tarzı soruların İngilizlerden gelme ihtimali yok denecek kadar azdır.

Ayrıca Sizin de dediğiniz gibi Britanya’da –Almanya kadar olmasa da- çok sayıda Türk yaşıyor. Home Office’in verilerine göre Birleşik Krallık’ta yaşayan Türklerin sayısı yaklaşık 600 bin civarında. Bunların büyük bir kısmı Londra’da yaşıyor. Ancak ülkenin en küçük kasabalarında bile en azından 1 Türk aile bulabilmek çok olası. Buradaki Türk nüfusunun yarıya yakınını Kıbrıs Türkleri oluşturuyor. Bu tabi çok anlaşılabilir. Çünkü Kıbrıs 1870’lerden 1960 yılına kadar tam 80 yıl Britanya sömürgesi idi. Bu sebeple Kıbrıslılar her zaman İngiliz kültürüne yakın olmuşlar ve 1950’lerden itibaren de Londra’ya göçmeye başlamışlar.

Kıbrıslıların ardından Kahramanmaraşlılar geliyor! Bu konuda bir çalışma bulamadım. Dolayısıyla kesin veya yaklaşık sayıları bilemiyorum. Ancak hem şahsi gözlemlerim hem de genel olarak “herkesteki” düşünce, Türkiye orijinli Türkler arasında Kahramanmaraşlıların sayısal olarak açık ara önde olduğudur. 12 Eylül’e giden süreçte sıkıntılar yaşayan Türkiye’den yurtdışına çok fazla sayıda göç olmuştu. İşte buradaki Maraşlıların hikayesi de böyle bir hikâye. Acı bir hikâye! 1978 yılındaki Maraş Olayları sonrasında Türkiye’den bir göç dalgası başlıyor İngiltere’ye. Buraya gelenler zamanla eşini dostunu akrabasını komşusunu köylüsünü de getirtiyor. Bu “gelişler” Maraş’a komşu illere de yayılmaya başlayınca günümüzdeki demografik yapı çıkıyor ortaya. Burada en çok Maraşlılar var. Arkasından Malatyalılar geliyor, sonra da Gürün, Kangal ve Divriği ilçeleri başta olmak üzere Sivaslılar. Mesela benim ev sahibim Malatyalı. Mahalle marketim Maraşlı. Sokağımdaki Fish&Chips dükkanının sahipleri ise Tunceli ve Malatyalı.

Dolayısıyla İngilizler ülkelerinin her yanında gördükleri ve sık sık da ülkelerine gittikleri Türkleri yeterince ve çoğunlukla da doğru tanıyorlar.

Cambridge Üniversitesi (University of Cambridge)

5.Londra’ya özellikle dil eğitimi ya da okul gezisi amacıyla pek çok Türk öğrenci geliyor. Avrupa ülkelerine oranla biraz pahalı olsa da burada Oxford ve Cambridge gibi muhteşem ve köklü üniversiteler de var. Britanya’da üniversite okumak zor mu ve neden tercih edilmeli veya edilmemeli?

Dil eğitimine gelenlere verilen tavsiyeler genelde aynı oluyor. Sanırım benim tavsiyelerim de çok farklı olmayacak: Kesinlikle Türklerden ve Türkçe konuşmaktan uzak durun ki İngilizceyi çok daha kısa sürede öğrenebilesiniz! Ama bu biraz zor. Çünkü her dil okulunda, az ya da çok sayıda Türk öğrenci mutlaka bulunuyor. Bu öğrenciler “gurbetçilik” dürtüsüyle olsa gerek –kültürümüzün de etkisiyle- küçük arkadaş grupları oluşturup çoğunlukla Türkçe sosyalleşiyorlar. Bu da dil eğitiminin en önemli destekçisi olan “okul dışı zamanlarda günlük konuşma pratiği” yapmayı engelliyor.

Dil eğitimi için Londra, Oxford, Cambridge gibi şehirler öncelikle tercih ediliyor. Büyük şehirler sundukları okul dışı imkanlar sebebiyle de seçiliyorlar. Bu tarz imkanlar da bazen eğitime odaklanmayı zorlaştırabiliyor. Bu sebeple küçük yerleşim yerlerindeki okullarda daha kolay olabileceğine inanıyorum. Ben olsam İskoçya’yı tercih ederdim. Ama tabi dil öğrenmek en başta kişinin kendi öz disiplini, yeteneği ve kapasitesine bağlı bir süreç.

Burada üniversite okumak ise çok farklı bir deneyim. Bizdeki üniversiteler Amerikan sistemine yakınlar. Burada ise tamamen farklı bir sistem uygulanıyor. Kısaca OXBRIDGE diye adlandırılan Oxford ve Cambridge’in sahip olduğu ortak eğitim sisteminin ise dünyada başka bir örneği daha yok sanırım. Bu 2 üniversite birbiriyle hiçbir direkt ilişkisi olmayan, her biri farklı ve bağımsız birer eğitim kurumu şeklinde organize olmuş çok sayıdaki kolejlerden oluşuyorlar. Oxford’un 38, Cambridge’in ise 31 farklı koleji var. Burada kolej üniversite seviyesindeki eğitim kurumu demektir. Bizdeki gibi liseye denk gelmez. Siz Oxford veya Cambridge’i kazandığınızda aslında bu kolejlerden birisinin öğrencisi oluyorsunuz ve eğitim hayatınız boyunca o koleje devam ediyorsunuz. Giydiğiniz üniforma veya sporcusu olduğunuz kürek takımı hep kolejinizin adını taşıyor. Tüm bu kolejlerin bölümleri, sınav takvimleri, hocaları, dersleri, yönetim kadroları ve bütçeleri ayrı. Bir çeşit, üniversite içinde üniversite gibi düşünün. Ama mezun olduğunuzda kolejinizin değil Oxford veya Cambridge’in adını taşıyan diplomaya sahip oluyorsunuz.

İngiliz üniversitelerdeki eğitim bizdeki gibi “hoca sınıfta anlatır, öğrenci dinler, not alır ve sonra sınavda soruları cevaplayıp geçer” şeklinde değil. Öğrencinin inisiyatif alması ve çoğunlukla kendi gelişimini kendisinin takip etmesine dayalı, hocaların etkisinin nispeten az olduğu bir sistem uygulanıyor burada. Dolayısıyla “sınavdan önce 2 hafta çalışır geçerim” diye düşünenlerin gelmemesi gereken bir ülke burası.

6.İngiltere, Türkiye ile ticari ilişkileri olan bir ülke. Siz rehberlik yapıyorsunuz ama diğer meslekleri yapan Türk girişimciler de var. Türkler bu ülkede ne arıyor, ne amaçla geliyor ve umduklarını bulabiliyor mu?

Türkler burada yakın yıllara kadar çoğunlukla kebapçı ve “shopçu” olmuşlar. Shopçu’dan kasıt, başta market olmak üzere dükkân işletmeciliği. Genelde Türk denince akla kebapçılık geliyor. Birkaç İngilizden bizzat şunu duydum: “Siz geldiniz ve karnımız cidden doymaya başladı” J Elbette şaka yapıyorlardı. Ancak söylemek istedikleri Türk mutfağına çok ilgi duydukları ve sık tercih ettikleri. Bunu zaten Londra’daki herhangi bir kebapçıya gittiğinizde de görmeniz çok kolaydır. Özellikle haftasonlarında Türk kebapçılardaki İngiliz müşteri sayısı bazen yarıdan fazla olabiliyor.

Ancak bu durum son yıllarda değişmeye başladı. Son 10 yıl içerisinde Türkiye’den İngiltere’ye olan göç hareketinde çok ciddi bir artış var. Üstelik bu sefer gelenler orta-üst gelir ve eğitim grubundan, çoğunlukla beyaz yakalı diye tabir edilebilecek genç kesim. Bu yeni göç dalgası, yakın bir gelecekte buradaki “kebapçı ve shopçu Türk” algısını hızla değiştirecektir diye düşünüyorum.

Göçmen olmaya karar vermek ve doğup büyüdüğün, tüm ailenin arkadaşlarının ve kariyerinin olduğu toprakları bırakıp, kimseyi tanımadığın, kültürü her şeyiyle farklı bir ülkeye gelmek çok zor bir süreç. İnsan en başta hem maddi hem de manevi olarak çok zorlanıyor. Adaptasyon sürecini ne kadar hızlı atlatabilirsen o kadar kolaylaşıyor sonrası. Ancak bu adaptasyon sürecini evde yatarak geçirmek kimse için mümkün değil. Buraya gelindiği andan itibaren yapılması gereken bir sürü resmi işlem ve kurmak istediğin işe dair yapman gereken görüşmeler var. Dolayısıyla taşınma sonrasındaki ilk birkaç ay gerçekten çok yıpratıcı olabiliyor. Başka bir ülkeye göç etmeye karar veren kişilerin, öncelikle bu zorlukların bilincinde olması, kendilerini neyin beklediğini tam olarak anlamaları çok önemli.

İngiliz kültürü bizim kültürümüzden çok farklı. Bunu hem beşeri ilişkilerde hem de bürokraside sürekli hissediyorsunuz. Klasik olacak ama bizler Akdenizliyiz. Sıcağız, mesafesiziz, samimiyiz. Bunlar iyi midir kötü müdür bilemiyorum. Ama öyleyiz. Burası ise, soğuk denizlere kıyısı olan ve güneşli gün sayısı fazla olmayan bir ada! Adayı özellikle vurguladım. Çünkü dünyanın neresinde olursa olsun, ada psikolojisi anakaradan farklıdır. Ada insanları belki de yaşadıkları izole ve dışarıdan gelen etkiye kapalı fiziki şartlardan dolayı çok daha “kendilerine has” olurlar. Burada bu “kendine haslığı” fazlasıyla hissediyorsunuz.

Burada, Türkiye’de üzerinde hiç düşünmediğiniz sıradan konular için bile çok düşünmeniz gerekebiliyor. Kimsenin acil hiçbir işi olmuyor. Son derece planlı programlı yaşanıyor. Resmi işlemler çok uzun sürebiliyor ve bu insanlara son derece normal gelebiliyor. Mesela ilk geldiğimizde banka hesabı açtırmak için çok uğraşmıştım. Dikkatinizi çekerim, yapmak istediğim şey kredi almak falan değildi. Sadece basit bir banka hesabı açtırmaya çalışıyordum. Hani bizim Türkiye’de 1 saat bile sürmeyen o işlem için ancak 4 ay sonraya randevu verdi banka. Oysa benim hemen açtırmam gerekiyordu. Yalvar yakar, şube şube gezerek -en erken- 16 gün sonrasına randevu bulabilmiştim!

“Burada kimsenin acelesi yok” dedim. Gerçekten yok. Randevusuz her hangi bir işlem yaptırabilmek mümkün değil. İşte bu “acelesizlik durumuna” ne kadar hızlı alışılabilirse burada yaşamak o kadar kolay oluyor. Konusu açıldıkça anlattığım bir anımı paylaşmak istiyorum; Londra’ya ilk taşındığımda alt katımda Trabzon Sürmeneli bir motosiklet tamircisi oturuyordu. Bir gün bisikleti ile işten eve dönerken lastiği patlamış. Bulunduğu semtte bir bisiklet tamircisi varmış. Orada lastiğini tamir ettirmek istemiş. 3 gün sonrasına randevu vermişler! “Yahu ben eve gidemiyorum ki 3 gün sonra geleyim. Siz lastiğimi şimdi tamir edin, ben evime gideyim, istiyorsanız 3 gün sonra yine gelirim” demiş ama nafile! Yaptıramamış lastiğini. Yakındaki markete gidip bir tamir kiti alıp kendisi tamir etmiş ve evine öyle dönmüş.

Bu Size inanılmaz gelebilir. En başta bana da öyle gelmişti. Ama aradan geçen 4 yıl sonucunda artık o kadar da inanılmaz gelmiyor. “Doğrudur demişlerdir” diye düşünüyorum.

7.İngiltere’yi doğru dürüst gezmek için ayrılması gereken ideal süre ne kadar? İdeal bir gezi rotası, kısa ve uzun seyahatler için nasıl olmalı?

Bu soruya geçmeden önce terminolojik bir açıklama yapmak istiyorum. Belki fark ettiniz röportajın başından beri bazen İngiltere, bazen Birleşik Krallık, bazen de Britanya diyorum. Önce bu “kafa karışıklığını” gidermek lazım.

Biliyorsunuzdur, devlet ve ülke, aynı coğrafyayı işaret etse de anlamları farklı kavramlar. Ülke bir coğrafyayı, Devlet ise o coğrafya üzerindeki siyasi teşekkülü ifade eder. Buradaki siyasi sistem bize göre çok farklı ve bazı durumlarda anlaşılması zor bir sistem. Zaten turlarımda bu konuyu detaylı olarak pek çok yerde anlatıyorum. Ama yine de turun sonunda kafa karışıklığı bazı kişiler için bitmemiş oluyor.

İngiltere, İskoçya, Kuzey İrlanda ve Galler ülkelerinin bir araya gelerek oluşturdukları “ortak” devletin adı, çoğunlukla kısaca Birleşik Krallık olarak söylediğimiz Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı’dır. İngilizcesi “United Kingdom of Great Britain and Northern Ireland” olduğu için kısaca “United Kingdom” veya UK olarak söylenir/yazılır. Yani farklı ülkeler olan İngiltere, İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda aslında tek bir devlet olarak temsil edilirler. Dolayısıyla bu 4 ülke hem ayrı ayrı birer devlettir. Hepsinin kendi başkenti, kendi bayrağı ve kendi yöneticileri ile kendi kanunları bulunur. Ama aynı zamanda da Birleşik Krallık adıyla “ortak ve birleşik” bir devlete de sahiptirler. Bu sebepten İngiltere’ye gelmek demek aslında Birleşik Krallık’a gelmek demektir. Aralarında herhangi bir sınır veya ayrılık olmadığı için de aldığınız vize ile bu 4 ülkeyi de serbest bir şekilde gezebilirsiniz demektir. Zaten buraya gelirken alacağınız vizenizde İngiltere değil, Birleşik Krallık yazacak. Bu da size bu 4 ülkede de bulunma, gezme, dolaşma hakkı verir.

Peki ne kadar zaman ayırmalıyız? Bu sorunun cevabı açıkçası Sizin ne kadar vaktiniz olduğuyla alakalı. Bana soruyorsanız 1 ay ayırın. Doya doya gezersiniz ve hiç eksik kalmaz. Ancak böyle bir şey mümkün değil elbette. O sebeple benim tavsiyelerim şöyle olacak:

Eğer sadece Londra’yı gezecekseniz en az 4 güne ihtiyacınız var. En erken uçakla da gelseniz, birinci gün şehre ulaşmanız öğle saatlerinde oluyor. Sabah çok erken saatte uyanıp yollara düşmekten ve -3 saatlik farktan dolayı hissedeceğiniz yoğunluğun da etkisiyle zaten gezinizin birinci gününden pek bir şey anlayamayaksınız. İkinci ve Üçüncü günlerde şehri doya doya gezip, son gün de uçuş saatine kadar birşeyler yapıp dönebilirsiniz. Çünkü Londra merkeze 2 tam günü mutlaka ayırmalısınız. Bu elbette en az süre. Yoksa bence Londra için ideali süre 1 haftadır.

1 haftalık bir gezide Londra’ya ek olarak Cambridge, Oxford, Stonehenge, Stratford-Upon-Avon, Brighton gibi 1-2 saatlik mesafedeki şehirlerden bir ya da ikisine de günübirlik olarak gidip gelebilir, gezinizi zenginleştirebilirsiniz.

Daha uzun ve kapsamı fazla bir program uygulayacaksanız, Londra, Oxford, Bath, Cardiff, Liverpool, Manchester, Göller Bölgesi, Edinburgh, Stirling, Glasgow, Belfast ve Dublin gibi şehirleri içeren 9 ile 12 gün arasında değişen organize bir tura katılmanızı tavsiye ederim. Bir tura katılmadan da benzer bir gezi yapabilirsiniz. Ama bu hem çok daha yüksek maliyetli olur hem de daha uzun sürer. Ayrıca gezdiğiniz yerleri bilen ve Sizi sürekli olarak bilgilendirecek tecrübeli ve kaliteli bir rehber ile gezmek, tatilinize kalite katacaktır. Türkiye’den pek çok acente buraya turlar düzenliyor ve genelde de benzer güzergahlar takip ediliyor.

Tower Bridge, Birleşik Krallık’ın Londra şehrinde Thames Nehri üzerinde yer alan iki katlı bir açılır kapanır köprüdür. 

8.Tower of London, Big Ben, Westminister Abbey, St. Paul’s Cathedral, Tower Bridge, Trafalgar Meydanı, London Bridge, London Eye, The House of Parliament, Buckingham Sarayı, St.Margaret Church, Thames Nehri, Kensington Palace Londra denilince akla ilk gelen destinasyonlar. Bunlar nasıl bir sıra ile ne kadar sürede gezilmeli?

Londra, trafik yönünden Avrupa’nın en sıkıntılı şehirlerinden birisidir. Bu sebeple şehirde gezerken yürümek ve gerekirse metro kullanmak en iyisidir. Ayrıca şehrin tam ortasından akan Thames Nehri üzerinde yapacağınız bir tekne turu da tatilinizi zenginleştirecektir. Bir önceki soruyu cevaplarken “2 tam gün Londra merkeze mutlaka ayrılmalı” demiştim. Bu plan üzerinden soruyu cevaplayayım.

55 kişilik grupla British Museum’da

Londra’da yapabileceğiniz 2 günlük yürüyüş turu rotanız şöyle olabilir:

1.Gün, Londra’nın en önemli meydan anıtlarından bir tanesi olan ve aslında Buckingham Sarayı’nın girişi için yapılıp daha sonradan buraya taşınan Marble Arc’tan yürüyüşünüze başlayın. Bu bölge şehirdeki en meşhur alışveriş caddesi olan Oxford St. ile en meşhur park olan Hyde Park’ın kesiştiği köşedir. Buradan yürüyerek Hyde Park içindeki Serpent Gölü’ne gidin. Göl kıyısında vereceğiniz kısa bir çay-kahve molasında kuğuları ve kazları fotoğraflayabilir, sincapları besleyebilirsiniz.

Gölden sonra tam ortasında Wellington Arch olan meydana doğru yürüyün. Bu küçük meydan Londra’da en fazla tarihi eser barındıran meydandır. Britanya tarihinin en önemli zaferlerinden birisi olan Waterloo Savaşı’nın muzaffer komutanı ve eski Başbakanlardan Duke of Wellington Sir Arthur Wellesley’nin evi, atlı heykeli ve onun büyük Waterloo Zaferi anısına yapılmış olan Wellington Arch meydanda hemen göze çarparlar. Ayrıca Ağır Topçu Birlikleri Anıtı, Makineli Tüfek Birlikleri Anıtı, Hava Kuvvetleri Anıtı, Avustralya Anıtı ve Yeni Zelanda Anıtı gibi savaş anıtları da mutlaka görmeniz gereken anıtlardır.

Buradan sonra Green Park’a girerek Buckingham Sarayı’na doğru yürüyün. Bu park adı gibi yemyeşil bir parktır. Şehrin tam ortasında gerçek bir doğa harikasıdır. Keyfini çıkarın. Buckingham Sarayı’nın önü her zaman çok kalabalıktır. Kış aylarında her 2 günde 1 kez, baharlar ve yaz aylarında ise her gün düzenlenen Buckingham Sarayı Nöbet Değişim Töreni’ne denk gelmişseniz izleyin. Eğer denk gelememişseniz fazla üzülmeyin, kaybınız çok fazla değil. Buckingham Sarayı’nı önündeki Victorya Anıtı tarafından fotoğraflamayı unutmayın.

Saraydan sonra sırada yine bir park var. Ben de dahil olmak üzere Londralıların en sevdiği parklardan birisi olan St. James Park. Bu parkın önceki ikisinden farkı, çok daha küçük olması ve ortasında park boyunca bir uçtan diğerine kadar devam eden büyük bir göl bulunması. Bu sebeple park içindeyken sürekli göl kenarında yürüyorsunuz. Hayvanlarla en fazla iç içe olabileceğiniz yer burasıdır. Cebinizde mutlaka bir parça fındık fıstık bulundurun. Buradaki sincaplar insanlara o kadar alışkınlar ki onlara verdiklerinizi elinizden gelip yiyeceklerdir.

St. James Park’ın ortasındaki gölün üzerindeki köprüden geçerek Parlamento Meydanı’na yürüyün. Burası Londra’nın en ikonik, en sembolik yapılarından bazılarını barındıran çok önemli bir meydandır. 1000 yıllık İngiliz Monarşisinin Kral ve Kraliçelerinin çoğunun gömüldüğü, Kraliyet ailesinin pek çok töreninin yapıldığı Westminster Abbey’i, pek çok önemli Britanyalının heykelinin bulunduğu meydanı, 1066 yılında “Günah çıkartıcı” lakabıyla bilinen Kral Edward’ın inşa ettirdiği Westminster Sarayı’nı ve elbette Dünya’nın en meşhur dönme dolabı olan London Eye ile Thames Nehri’ni burada göreceksiniz. Eğer dilerseniz bu noktada Sizi çok mutlu edecek bir London Eye deneyimi de yaşayabilirsiniz. Ancak benden tavsiye, biletinizi mutlaka önceden netten alın. Böyle olursa hem daha ucuza bilet almış hem de daha az sıra beklemiş olursunuz.

London Eye sonrası Parliament St.ten Trafalgar’a doğru yürüyün. Bu yol üzerinden yine pek çok anıt ve gösterişli bina Sizi bekliyor olacak. Bunlar arasında Cenotaph, Savunma Bakanlığı Binası, Downing St 10 numara, Atlı Muhafız Birlikleri Kışlası ve çok sayıda önemli İngiliz’in heykelini sayabiliriz.

Bu kısa yürüyüş sonunda ulaşacağımız Trafalgar Meydanı için Londra’nın kalbidir desek abartmış olmayız. Hem meydanın kendisi, hem de buraya çok yakın mesafelerdeki hepsi Dünya çapında marka olmuş Piccadilly, Covent Garden, Soho, Oxford St, Regent St gibi semtler ile beraber Trafalgar, Londra geziniz boyunca birden fazla kez yolunuzu düşüreceğiniz bir bölge olacak. Tam meydanda bulunan Ulusal Galeri’de sergilenen Dünya’nın en zengin sanat koleksiyonlarından birisini de ücretsiz olarak gezebilirsiniz. İçerdiği tarihi eserler bakımından çok büyük bir üne sahip olan British Museum da yine buraya yürüme mesafesindedir. Bunu da ekleyeyim.

2.Gün, Dün uzun bir yürüyüş yaptınız. Bugün biraz daha az yürümeli ama yine çok görmeli bir gün Sizi bekliyor. Sabah Westminster Pier’den bineceğiniz tekne ile Greenwich’e gidip tüm Dünya’nın saatlerini ayarladığı Greenwich Gözlemevi’ni görmeye ne dersiniz? Üstelik burada, Dünya’yı doğu ve batı yarımküreler olarak ikiye bölen 0 meridyenini görme ve bir ayağınızı “doğu”ya diğer ayağınızı “batı”ya koyarak fotoğraf çektirme şansınız da olacak 🙂

Westminster’den Greenwich’e kadar 1 saat süren bu tekne yolculuğu sırasında Londra’nın pekçok tarihi binasını görme şansınız da olacak. London Eye, Millenyum Köprüsü, Shakespeare’in Globe Tiyatrosu, St.Paul Katedrali, Tower Bridge ve London Tower bunlardan bazıları. Greenwich’te de Kraliyet Gözlem Evi (Royal Observatory), Cutty Sark Gemisi, Greenwich Parkı, Ulusal Denizcilik Müzesi, Greenwich Üniversitesi, İstanbul KInalıada’dan getirilmiş Osmanlı Topu ve Greenwich Pazarı görebileceğiniz yerlerden bazılarıdır. Cutty Sark’ın tam önünde, Thames Nehri’nin altından karşı tarafa yürüyebileceğiniz bir tünel bulunuyor. Bu da ilginç bir deneyim olabilir. Tavsiye ederim.

Greenwich dönüşünde yine tekne kullanacağız. Ancak bu sefer Tower Bridge iskelesinde inerek gezimize yürüyüş ve metro ile devam edeceğiz. Burada Victorya dönemi Britanyasının bir şaheserini, Kuleli Köprü’yü (Tower Bridge) yakından göreceksiniz. Dilerseniz bu kadar yakınındayken üzerine de bir çıkıp fotoğraf çektirin. Bu köprü hemen yanıbaşındaki Londra Kalesi/Kulesi (London Tower) ile hem ismen hem de cismen bir bütündür. Dilerseniz bu etkileyici İngiliz Kalesi’ni içeriden ziyaret edebilir ve İngiliz Kraliyet Ailesi’nin mücevher koleksiyonunu ve kutsal kabul edilen kargalarını görebilirsiniz.

Köprü ve Kale gezilerinden sonra Thames kıyısından London Eye yönüne doğru biraz yürümek iyidir. Bu yürüyüş sırasında –şuanda müze olarak gezilebilen- II.Dünya Savaşı’nın kahraman gemisi HMS Belfast’ı karşıdan göreceksiniz. Biraz daha yürüyünce ulaşacağınız ilk köprü “London Bridge” yani Londra Köprüsü. Dünya çapında bir üne sahip olan çocuk şarkısındaki köprü bu işte “London Bridge falling down.. My fair lady…” Köprünün hemen yanıbaşında, binaların arasından kendisini bir anda gösterek etkileyici bir anıt bulunur: Büyük Londra Yangını Anıtı / Great Fire of London Memorial. Bu anıtı görmeden sakın geçmeyin.

Buradan sonrası artık Size kalmış. Benim tavsiyem buradan 10 dk.lık bir yürüyüşle Londra’nın muhteşem Katedrali olan St.Paul’a gitmeniz olacaktır. 1666 yangınından sonra yeniden inşa edilmiş bu muhteşem yapının içine girmeseniz bile dışarıdan görmek ve fotoğraflamak için bile gitmelisiniz. Hemen yanıbaşındaki Paternoster Meydanı da Londra’nın az bilinen güzel meydanlarından birisidir. St.Paul sonrası Milenyum Köprüsü’nden yürüyerek karşıya geçip Shakespeare’in ünlü Globe Tiyatrosu’nun çevresindeki şovları izleyebilir veya ücretsiz olarak Tate Modern Müzesi’ni ziyaret edebilirsiniz.

Böylece ikinci günümüzü de bitirmiş olduk. Peki Londra bitti mi? Ne mümkün! Henüz Kensington’a gitmedik, V&A ve Doğa Tarihi Müzelerini gezmedik, ünlü Harrods Mağazasına uğramadık, Camden Town’da yürüyüş yapmadık. Artık buraları da eğer şehirde 3.gününüz varsa ona bırakırsınız. Eğer yoksa, 1. ve 2.günlere dilerseniz sıkıştırabilirsiniz. Karar sizin. İyi gezmeler.

9.Büyük tur firmalarının ‘Britanya turu’ adı altında 1 haftalık turları var ayrıca Londra, Edinburg hatta Dublin için ayrı ayrı 3-4 günlük turlar da düzenleniyor. Klasik destinasyonlar dışında ‘turistler şunları es geçiyorlar, esasında Britanya’da görmeye değer yerler arasında filanca yerler de olmalı’ dediğiniz önerileriniz var mı?

İki önceki soruda genel tur güzergahından bahsetmiştim. Hiçbir tur, acente ve progam, herhangi bir ülkenin tamamını gezdirmeyi taahhüt etmez, edemez. Çok küçük ülkelere bile gidilse illa ki eksik bir şeyler kalacaktır. Bu çok normal. Dolayısıyla benim yazdığım tur güzergahı ideal ve en çok uygulanan güzergâh olmakla beraber mükemmel değil.

Zaman ve imkân bulabilenler İskoçya’da Highland’e (Yukarı ülke) mutlaka çıkmalılar. Klasik programlarda Highland olmaz. Çünkü tek başına en az 3 gün alan, ideali 5 gün olan bir program gerektirir. Yani aslında Highland başlı başına ayrı bir tur olabilir. Ayrıca İstanbul şehrimize adını vermiş ve Roma’nın başkenti yapmış İmparator Konstantin’in babasının ardından İmparator ilan edildiği şehir olan York da, Türk grupların programlarında yer almayan, değeri anlaşılamamış çok güzel bir şehirdir. Bana sorarsanız, sadece Konstantin Heykeli’ni görmek için bile oraya gidilir ki ilk sefer sadece o amaçla gitmiştim ben 🙂

Muhteşem bir kaleye sahip Warwick, Shakespeare’in doğduğu, büyüdüğü, evlendiği, çocuk sahibi olduğu, hayatının sonunda dönüp öldüğü ve gömüldüğü kasaba olan Stratford-Upon-Avon, doğal güzellikleri ve kendine has kırsal mimarisi ile meşhur Cotswold bölgesi, “Seven Sisters” kayalıklarını görmek için Brighton, türünün Britanya’daki en gösterişli örneği olan Canterbury Katedrali, nostaljik  trenle zirvesine çıkarken muhteşem manzaralar görebileceğiniz Snowdon Dağı gibi, standart programlarda olmayan başka pek çok yer de tavsiye edebilirim elbette.

10.İngiltere turuna katılmak isteyen bir Türk’ün bavulunda sonradan ‘keşke’ dememesi için neler eksik olmamalı?

Bizim Karadeniz bölgesi gibi yaz kış demeden yağmur yağabilen bir ülke olması sebebiyle, ne zaman gelirseniz gelin, hava tahminleri nasıl gösteriyorsa göstersin, bavulunuzda mutlaka bir şemsiye, yağmurluk ve yağmurlu havaya uygun ayakkabı olmasını tavsiye ederim. Bunlar dışında Size “keşke” dedirtecek bir şey aklıma gelmiyor açıkçası. Bir turistin ihtiyaç duyabileceği her şey burada kolayca bulunabilir.

Rosetta Taşı ya da Reşid Taşı, Mısır’da kale yapımındaki bir kazı sırasında rastlantı eseri bir Fransız askeri tarafından bulunmuş, Mısır’da Fransızlar tarafından kurulmuş olan enstitüye gönderilmiştir. Taş, belli başlı üç Mısır tapınağına gönderilmek amacıyla ve üç dilde yazılmıştır (British Museum, Fotoğraf: Sinan Ercan)

11.Sadece Londra’da bile British Museum, Victoria ve Albert, Doğa Tarihi, Bilim Müzesi, National Gallery, Tate Modern, Madame Tussauds gibi mutlaka ziyaret edilmesi gereken çok sayıda müze var. Bunlardan içinde British Museum’a özel bir ilginiz olduğunu biliyorum. Bu müzeye girince insanın beyni dönüyor ve pek çok eseri atlayıp çıkabiliyor. Anadolu kökenli çok sayıda eserin de bulunduğu British Museum için mutlaka görün listeniz var mı? Ya da evrensel ölçekte çok önemli olmasa da bunların bizim bilmeminiz gerektiğini düşündüğünüz öyküleri.

Londra müzeseverler için gerçek bir cennettir. Şehirde irili ufaklı 150’den fazla müze bulunur. Londra’da yaşamanın en güzel taraflarından birisi de, British Museum, V&A Müzesi, Doğa Tarihi (Natural History) Müzesi ve Ulusal Galeri gibi dünya çapında haklı üne sahip pek çok müzenin ücretsiz olarak gezilebiliyor olmasıdır.

British Museum’un biz Türkler için Avrupa’daki en önemli birkaç müzeden birisi olduğunu düşünüyorum

Bu müzeler içinde benim açımdan British Museum’un yeri çok ayrı. En sevdiğim müze türü olan arkeoloji müzesinin dünyadaki en zengin örneklerinden birisi olmasının yanında koleksiyonundaki 8 milyon civarındaki eserin önemli bir kısmının 19.yy. Osmanlı coğrafyasından getirilmiş olmalarıdır. Bu sebeple müzedeki eserler ile duygusal bir bağ kurabildiğime inanıyorum. Mısır, Yunanistan, Irak, Suriye ve Lübnan gibi “artık bize ait olmayan” ülkelerin eserlerini bir kenara bıraksak da, günümüz Türkiyesi sınırlarındaki bölgelerden getirilmiş olan eserler bile müze koleksiyonunun en önemli parçalarının büyük bir kısmını oluşturuyorlar. Bu sebeple British Museum’un biz Türkler için Avrupa’daki en önemli birkaç müzeden birisi olduğunu düşünüyorum.

Müzede “bizden” o kadar çok eser var ki, şimdi hangisini saysam, kaç eseri yazsam bilemiyorum. Bu sebeple, en iyisi, sanki müzede benimle beraber geziyormuşsunuz gibi anlatayım Sizlere.

Müzenin gösterişli ana kapısından içeri girer girmez, hemen soldan üst kata çıkan merdivenlerin iki yanındaki mermer aslan heykelleri Bodrum’dan gelmişler. Halikarnas Mozolesi’nin çatısını süsleyen heykel grubuna aitler. Burayı geçip de üstü cam çatılı avluya çıkınca yine sol tarafta, kafenin yanında ortada duran dev aslan heykeli de bizden: Datça Yarımadası’nın ucundaki Knidos Antik Kenti’nden getirilmiş Knidos Aslanı. Artık gerçek sergi salonlarına girme zamanı geldi. Knidos Aslanı’na veda edip, ileriye doğru az daha ilerleyelim. Önünde 2 firavun büstü olan soldaki ilk kapıdan girince kendimizi Mısır salonunda bulacağız. Amacımız “Anadolu Kökenli Eserleri” bulmak olduğu için burada fazla durmayacağız. Artık siz burayı, daha sonra bensiz bir kez daha geldiğinizde doya doya gezersiniz. Ama salona girer girmez hemen karşımızdaki camekan içinde sergilenen siyah taş yazıt müzenin en önemli eserlerinden birisidir: Rosetta Taşı. Üç dilli bir yazıt olan ve Mısır hiyeroglifinin çözülmesini sağlayan Rosetta Taşı, Napolyon’un ordusu tarafından Osmanlı Mısırında bulunmuş. İngilizler Fransızlardan alıp hemen buraya getirmişler. 200 yıldan daha uzun süredir müzede sergileniyor.

Mısır salonunun sola doğru ucuna yürüyünce Asur kısmı başlayacak. Sağda boğa başlı Lamassu heykelleri, solda da bir kapı bekçisi aslan heykeli. İşte o aslanın arkasında, duvar dibinde yan yana duran 3 stelden soldaki ikisi Diyarbakır stelleri diye bilinirler. Bismil ilçesi sınırlarındaki Kurkh köyünden getirilmiş Asur kralları Asurbanipal ve Salmanassar dönemini anlatan çiviyazılı yıllıklar.

Asur kısmına girmeden Girit’i direkt geçerek 13 numaralı Antik Yunan salonuna ulaşınca artık gerçek anlamda “bizim eserlere” kavuşmuş olacağız. Salona girince sağa doğru dönelim. Duvar dibinde yanyana duran tahtta oturmuş heykeller Milet ile Didim arasındaki kutsal yoldan getirilmiş arkaik rahip heykelleridir. Önlerinden düz geçip, sola doğru dönünce sağdaki pişmiş topraktan resimli lahit ise İzmir’in Urla ilçesinden getirilmiş Klozemenai Lahidi’dir. Lahidi geçer geçmez sağdaki vitrinde sergilenen pek çok küçük eser Ege ve Marmara bölgesine aittir ki içlerinde en sevdiğim parça, Troia’dan getirilmiş yan gelmiş yatan insan figürinidir. Trakya insanının rahatlığını her halinde görebilirsiniz. Bu güzel parçaya her baktığımda “Aman beyaa ben mi kurtarcem Troyasını” deyip savaşın en hararetli anında bir köşeye çöktüğünü hayal ederim.

Buradan sonra 15 numaralı salona geçeceğiz. Burası artık Ksantos eserlerinin başladığı salondur. Peşpeşe 3 büyük salonda, Charles Fellows’un Ksantos’tan getirdiği pek çok eser sergilenir ki en önemlileri Nerediler Anıtı, Harpiler Anıtı ve Kral Payava Lahdi’dir. Bunlar peşpeşe 15., 17. ve 20.salonlarda bulunurlar. 21 numaralı salon ise tamamen Halikarnas Mozolesi’ne aittir. Benim en sevdiğim ve en uzun süre kaldığım salon her zaman 21 numaralı salondur. Burada Knidos Demeter Kutsal Alanı’ndan pek çok heykel, Troia’dan zengin bir mezarın altın buluntuları, Priene’deki Athena Tapınağı’nı İskender’in yaptırdığını anlatan Alınlık Yazısı, Efes Artemis Tapınağı’nın kabartmalı sütun altlıklarından birisi, İzmir’de bulunmuş Hesiodos’un bronz büstü ve mezartaşları, Gümüşhane Kelkit’e ait bir bronz Afrodit heykeli gibi “bizden” çok fazla eser bulunur.

Bakın şuana kadar sadece giriş katını gezdik. Ancak 2 saat geçti bile. Anlatımlı bir turda bu salonları gezmek 2 saat civarı tutuyor. Eğer hala takatiniz ve vaktiniz varsa buyurun üst kata çıkalım. 21 numaralı salondan çıktıktan sonra Mısır kısmında sola dönüp dipteki merdivenden bir üst kata çıkalım. Merdivenden çıkarken sol duvardaki mozaikler de Bodrum’dan. Halikarnas’ın Roma dönemi villalarına ait taban mozaikleri onlar.

Üst kata çıkar çıkmaz karşımızdaki 58 numaralı salona giriyoruz ve müzenin en sempatik parçasını görüyoruz. Yine bizden, bizim Hatay’dan muhteşem bir heykel. Tel Alalakh Kralı İdrimi’nin Heykeli. Sadece bu heykeli görmek için bile müzeye birkaç kere gitmişliğim vardır. Bunu görmeden lütfen müzeden ayrılmayın! İdrimi’nin bulunduğu salonda Gaziantep Kargamış’tan da bazı parçalar var. Bu salon boyunca dümdüz ilerlediğinizde ulaşacağınız son salon, 54 numaralı salon, Anadolu kökenli Çatalhöyük, Hitit, Frig ve Urartu eserlerine aittir. Ancak bu cılız bir koleksiyon. Hepsinden az az, birkaç parça eser, sadece kronolojiyi tamamlamak üzere konmuş gibi duruyorlar.

Bu salondan çıkıp sağa dönünce İran kısmına girmiş olacağız. Ama burada da bizden bir parça var. Adıyaman Nemtur Dağı kökenli bir Selamlaşma Steli’nde Commagene Kralı Antiokhos ile Herakles’i tokalaşırken görüyoruz. Anadolu menşeili olmasına rağmen nedense İran kısmında sergileniyor. Antiokhos ve Herakles’e elveda diyerek İran kısmını hızla geçiyoruz. Biliyorum, hoşunuza giden çok şey var. Ancak şuanda müzeye girdiğimizden beri 3 saati çoktan bitirdik ve hala bize ait görmemiz gereken çok sayıda eser var.

Yolumuz üzerindeki 40 numaralı salona girer girmez hemen sağ köşedeki vitrinde bir fatih Sultan Mehmet madalyonu bulunuyor. Genelde gözden kaçan küçük ama önemli bir parçadır. Onu da atlamayalım. Bu odada Bizans İstanbuluna/Konstantinopolis’e ait pek çok dini obje var. Eserlerin açıklamaları dikkatle okunursa bunlar kolaylıkla fark edilebilir.

69, 70, 71 numaralı salonlar Roma İmparatorluk Dönemi’ne ait eserlerin sergilendiği etkileyici salonlardır. Bu salonlarda da Halikarnas Villa Mozaikleri, İstanbul Hipodromu’ndan Bronz Bir Kaz Heykeli, Knidos’tan Altın Bir Vazo, Priene’den Sezar, Augustus, Kladius ve Hadrianus Heykelleri, İzmir’den Bronz Erkek Heykeli gibi bizim topraklardan gelmiş/getirilmiş pek çok eseri bulabilirsiniz. Böylece ulaşacağımız merdivenlerden inerek tekrar başladığımız noktaya, üstü cam tavanlı avluya inerek gezimizi tamamlayabiliriz.

Hayli hızlı bir gezi yapmamıza ve sadece “Anadolu Kökenli Eserlerin” peşine düşmemize rağmen 4 saattir müzedeyiz ve hala hiç görmediğimiz veya gördüğümüz ama gezmediğimiz Mısır, Asur, İran, Çin, Hindistan, Afrika gibi daha pek çok bölüm var. Artık o kısımları da bir sonraki ziyaretinizde gezeriz inşallah 🙂

British Museum Fotoğraf Galerisi (Sinan Ercan)

12.Brexit sonrası Britanya nereye gider? Yaşamak, çalışmak ve iş yapmak zorlaşır mı?

İlginç bir karardı Brexit. Uğrunda Başbakanlar, Bakanlar istifa etti, hükümetler devrildi, yeni seçimler yapıldı. Bir ara pek çok kişi “acaba gerçekleşmeyecek mi” diye düşünmeye başlamıştı ki Boris Johnson’un Başbakan olmasından kısa bir süre sonra gerçekleşti.

Herkesin girmeye çalıştığı Avrupa Birliği’nden İngilizlerin çıkmak istemesini saçma bulan veya bu kararı anlayamayan çok kişi vardır diye düşünüyorum. Ancak unutulmamalı ki Birleşik Krallık zaten AB’nin tam içinde değildi. Evet, tam üye idi, bu doğru. Ama Şengen bölgesine ve vizesine tabi değildi. Euro’ya geçmemiş kendi parası olan Pound Sterlini korumayı başarmıştı. Uluslararası metrik sisteme de geçmemişti. AB içinde mil, yarda, feet, pint gibi ağırlık ve uzunluk birimlerini kullanan tek ülkeydi. Buna trafiğin tersten akması ve tek devlet içinde 4 başkentli ilginç siyasi yapıyı da eklediğinizde, aslında AB’nin temel hedefi olan “tek sistemli ve sınırların olmadığı Avrupa” hayalini –kâğıt üzerinde de olsa- içeriden sakatlayan bir yapısı vardı.

Tüm bu farklılıkların üstüne bir de serbest dolaşımdan çıkılmak istenince AB “artık yeter” dedi ve bugünlere böyle gelindi. 2016 yılındaki referandumdan sonraki birkaç sıkıntılı yılın sonunda artık AB üyesi olmayan bir Birleşik Krallık var. AB karşıtları istediklerini elde ettikleri için şimdilik mutlular. Ancak bu yeni durum Birleşik Krallık’ı nasıl etkileyecek? Siyasi analist değilim. Benim bu soruya cevap verebilmem çok zor. Ama yine de Britanya tarihindeki bazı “eski hesapları” gündeme getirme ihtimalini yüksek görüyorum. Brexit sonrası büyük değişiklikler bekleyenlerin ve Birleşik Krallık’ın “birleşik” kalamayacağını düşünenlerin sayısı hiç de az değil. Çünkü Brexit referandumunda İskoçya ve Kuzey İrlanda’da “kalalım” sonucu çıkmıştı. Ama Birleşik Krallık’ta nüfus ağırlığı İngiltere’de olduğu için İskoç ve İrlandalıların “kalalım” istekleri karşılık bulmadı. Bu durumun yüzlerce yıldır zaten var olan İskoç ve İrlanda ayrılık hareketlerini tetikleyeceği ve –ne zaman olacağı bilinmese de- İskoçya ve Kuzey İrlanda’nın Birleşik Krallık’tan ayrılmasına yol açması da ihtimaller dahilinde görülüyor. Eğer bu senaryo gerçekleşirse ve ayrışma yaşanırsa bu yeni durum elbette çok büyük değişiklikleri de beraberinde getirecektir.

Bu kadar büyük olmasa da günlük hayata da etkisi olacaktır mutlaka. Bazı ürünlerin fiyatlarının yükseleceği, hizmet sektörlerinde yetişmiş eleman açığı oluşacağı gazetelerin sık yazdığı konular. Brexit henüz gerçekleştiği için bir etkisini şuana kadar hissetmedik. Bekleyeceğiz ve göreceğiz.

13.İngiltere’de yaşamanın kendine özgü zorlukları, gariplikleri var mı?

Akdeniz kültürüne sahip insanlar için biraz zor bir ülke İngiltere. Günlük hayatta, en basit işler için bile uymanız gereken çok fazla kural var. Hele de bizim gibi hem Akdenizli hem de ucundan Ortadoğulu bir toplum için daha da zor. En basitinden çöp atma meselesi bile bazen karmaşık olabiliyor. Her evin 3 farklı renkte çöp kutusu var. Siyah genel çöp, yeşil geri dönüşüm, kahverengi de bahçe çöpleri için. Yeşil kutuya siyah mutfak çöpü atamazsınız, kahverengiye de geri dönüşüm. Siyahtaki tüm çöpler poşet içinde olmalı, açık çöp atamazsınız gibi…

Geçen gün sosyal medyada bir olay okudum. Bu konuya çok güzel bir örnekti. İngiltere’ye yeni taşınmış bir Türk aile yeni bir Buzdolabı almış. Dolabın kocaman kartonunu da güzel ve temiz bir şekilde derli toplu bağlayıp kapının önüne, çöp kutularının yanına koymuşlar. Belediye 400 gbp ceza kesmiş. Aile ceza makbuzu paylaşmış ve “nerde hata yaptıklarını” soruyordu. Çoğunluğun verdiği tavsiye “bir maket bıçağı alın, bu tarz büyük boyuttaki atıklarınızı küçük parçalar haline getirip çöp kutusuna girebilecek boyutlara indirin. Yoksa ceza yersiniz”. Böyle bir konu için Türkiye’de

Türkiye’de iken üzerinde hiç düşünmediğimiz veya çok az düşündüğümüz konular için burada çok düşünmek gerekebiliyor.

14.Belki de dünyanın en kaliteli ligi Premier Lige ev sahipliği yapan, futbol delisi bir ülkede yaşayıp da futboldan uzak durmak mümkün olabiliyor mu? Eminim turlara katılanların en azından bir kısmı muhteşem futbol stadlarını da görme hevesiyle ülkeye geliyordur.

Liverpool, Manchester United, Chelsea, Arsenal gibi Dünya’nın en meşhur ve

Manchester United FC Stadyumu önünde

en çok taraftara sahip pek çok futbol kulübü burada bulunuyor. İnsanların İngiltere’ye gelme sebepleri arasında “futbol turizmi” de önemli yer tutuyor. Ancak maalesef kısa sürede çok yer göstermeye dayalı yoğun programlarımız içerisinde futbola fazla zaman ayıramıyoruz. Rezervasyon usulüyle gezilebilen Stadyumları grup olarak ziyaret edebilmek o kadar kolay değil. Yaz aylarında boş gün bulabilmek için bazen 1 ay önceden kesin sayı verip ücretini yatırmak gerekiyor. Ayrıca bu stadyumlara girmesi gezmesi çıkması 2 saat civarı sürüyor. Kısa zamanda çok fazla yer görmeye dayalı, bu sebeple de biraz yoğun olan programlarımızda, maalesef, sadece stadyum gezisine ayırabileceğimiz bu kadar zaman olmuyor.

Elbette ki her grupta mutlaka olan birkaç futbol “delisi” oluyor. BU sebepten içlerine giremesek de bazı meşhur stadyumlara gidiyor ve fotoğraf molası veriyoruz. Manchester ve Liverpool gezilerimde mutlaka Old Trafford ve Anfield stadyumlarına gidiyorum. Bu stadyumların dışları da içleri kadar zengin ve her daim kalabalık oluyor.

Mesela Manchester United’ın stadyumu olan Old Trafford’un çevresinde ünlü teknik direktörler Alex Ferguson ile Matt Busby’nin ve beraber oynadıkları dönemde “United Trinity” olarak bilinen 3 meşhur futbolcunun, Denise Law, Bobby Charlton ve George Best’in heykelleri bulunuyor. Ayrıca 6 Şubat 1958 günü Münih’te yaşanan uçak kazasında hayatını kaybeden futbolcuları anan bir de anıt bulunuyor. Aynı şekilde Liverpool’un stadı olan Anfield’ın çevresinde de kulübün kurucusu John Houlding, ünlü futbolcu ve teknik direktörler Bob Paisley ile Bill Shankley heykelleri bulunuyor. Manchester’in Münih faciası gibi Liverpool’un tarihindeki en büyük trajedi olan ve 96 kişinin ölümüne sebep olan Hillsborough Faciasının anıtı da stadın dibinde bulunuyor.

Turlarımızda stadyumların içine giremesek de bu anıtları görmek, fotoğraflarını çekmek ve ünlü kulüplerin mağazalarınından alışveriş yapabilmek, bir nebze de olsa “futbol delisi” turistlerimizi memnun ediyor.

Londra turlarında ise isteyenlerle gezi içindeki serbest zamanlarda Arsenal ve Chelsea’nin stadyumlarına gidiyorum zaman zaman.

15.Pub kültürüyle tanışmak için önümüze gelen ilk yere dalalım mı yoksa bu işin de bir adabı raconu var mı?  İngiliz ve İrlanda pubları arasında oradan bakınca bariz bir fark var mı?

Türkiye’de pub’ların bir eğlence yeri olduğu düşünülüyor. Ancak aslında öyle

Aziz Patrik Günü veya Aziz Paddy’nin Günü, İrlanda’nın koruyucu azizlerinden biri olan Patrik’in adına kutlanan Hristiyan festivalinde

değiller. Bizdeki mahalle kıraathanelerinin İngiliz/İrlanda versiyonları bu pub’lar. Özellikle mahalle pubları, o bölgede oturan insanların akşam eve giderken uğrayıp birkaç bira içip bir şeyler yedikleri, bu arada eşi dostu gördükleri, önemli maçları topluca izledikleri “müdavimi olan” mekanlardır. Pub’ların büyük bir kısmı gündüzleri çoğunlukla restoran havasındadırlar. Akşam ise müziğin sesinin biraz daha yükselmesiyle restoran ile bar arasında bir hal alırlar.

Pub deyince akla daha ziyade İrlanda pubları geliyor. “Irish Pub” diye bir kavram var sonuçta. İrlanda pubları İngiliz publarına göre daha hareketli, daha eğlenceli oluyorlar. Çoğu İrlanda pub’ında belli bir saatten sonra (bazılarında neredeyse tüm gün) canlı müzik olur. Bu durum İngiliz pub’ları sık gözlenen bir durum değildir. Aralarındaki temel fark budur diyebilirim. İngiliz pub’ları daha bir restoran havasındayken İrlanda pub’ları daha fazla bar gibi oluyorlar.

Yolunuz Dublin’e düşerse Fleet St.teki Temple Bar ve Oliver St.John Gogarty isimli pub’lara mutlaka uğrayın. Yoksa “gerçek bir İrlanda pub’ı görmemiş” olursunuz.

16.Zor anlasak, kendine has ve biraz rencide edici olabilse de İngiliz mizahı denilen bir şey var. Var değil mi?

“Yapışık ikizler Londra’ya niye gelmiş”  – Niye?  Sağ taraftaki de araba kullanabilsin diye! Var galiba. Üstelik kendi tarzları olduğu da aşikar :))

Viskiseverler açısından İskoçya ve İrlanda cennetin ta kendisi

17.İtalya ve Fransa gezilerinde ‘şarap’ tadım gezileri yapılırken, İskoçya ve İrlanda söz konusu olunca viski ön plana çıkıyor. Viski kültürünü yerinde tanımak isteyenlerin gitmesi gereken nokta hedefler ya da takip etmeleri gereken özel bir orta var mı?

Viski İrlandalılara mı ait yoksa İskoçlara mı? Galiba bu konuda İrlandalılar 1 adım öndeler. Yani “tarihsel sahiplenme” anlamında diyorum. Çünkü kayıtlara geçmiş ilk viski bahsi 15.yy.da İrlanda’da yaşamış John Corr isimli bir papazın cenaze törenine ait. Papaz vasiyetini yazarken “cenaze törenine katılanlara ikram edilmek üzere” viski yapılması için bıraktığı buğdayları kaydettirmiş. Bu sebeple “viski İrlanda kökenlidir” demek yanlış olmaz. Ancak 19.yy.dan itibaren İskoçlar bu konuda önce İrlandalılara yetişmiş, sonra da geçmişler. Bu öylesine bir geçiş ki, bugün artık viskinin bir diğer adı da “skoç/scotch” (İskoç) olmuş durumda.

İrlanda viskileri daha yumuşak içimlidir. İskoç viskileri ise biraz daha serttir. Bunun en temel sebebi İrlandalılar 3 kere damıtırlar, İskoçlar 2 kere. Aralarındaki en temel farklardan birisi budur. Ancak bu viskinin iyi veya kötü olduğunu göstermez. Bu tamamen tercih ve damak tadı meselesidir. Şahsen benim tercihim İrlanda viskisinden yanadır. Öncelikli markam Jameson’dur. Ama benim ideal bir viski içicisi olmadığımı da belirtmem lazım. Benim aksime, dünya genelinde İskoç viskileri daha popülerdir.

İskoçya’da viski ülkenin her tarafında üretilir ve 100’den fazla damıtım evi (distillery) bulunur. Viski üretimi konusunda ülke temelde 5 farklı bölgeye ayrılır. Speyside, Highland, Lowland, Islay ve Campbeltown. Ancak bu 5 bölge içinde ikisi öne çıkar: Speyside ve Islay bölgeleri.

Speyside bölgesinde hafif, tatlı ve kuvvetli aromalara sahip viski üretilir. Ülkedeki damıtımevlerinin yarıdan fazlası bu bölgededir. Macallan, Glenfiddich, Glenlivet, Tamdhu, Aberlour gibi markalar bu bölgeye aittir. Islay ise yüksek karakterli, isli ve hafif tuzlu tada sahip, ülkenin en meşhur viski markalarının çıktığı bölgedir. Lagavulin, Laphroag, Caol Ila, Ardbeg bu bölgenin viskileridir.

İskoçya ve İrlanda’yı ziyaret ediyorsanız, alkol kullanmıyor olsanız dahi, mutlaka bir viski damıtımevine uğrayıp, İskoçya’nın en önemli sembollerinden birini yerinde görmeli ve tanımalısınız. Ancak Speyside ve Islay bölgeleri ülkenin uzak köşelerinde bulundukları için ulaşması biraz zor olabilir. Bu hem daha uzun bir gezi hem de daha yüksek bir gezi maliyeti demektir. Yapabilenler elbette yapsınlar. Ama eğer bunlara vaktiniz yoksa Edinburgh’a yakın Glenkinchie ve Glasgow’a yakın Glengoyne damıtımevlerine çok daha kolay ulaşabilirsiniz. Eğer bunlara da gidemiyorsanız, Edinburgh şehir içinde, kaleye çok yakın bir noktada bulunan Scotch Whisky Experience’da viskinin tüm öyküsünü çok özenli bir sunumla öğrenebilirsiniz.

İrlanda viskileri için ise gidebileceğiniz 2 yer önerebilirim: Jameson ve Bushmills damıtımevleri. Bunların bilgilerini İrlanda’yı anlattığım bir sonraki soruda verdim. Oraya bakın lütfen 🙂

Büyük Kıtlık ya da bir diğer ismiyle İrlanda Patates Kıtlığı, İrlanda’da da 1845 yılında başlayıp 1852 yılında son bulan kitlesel açlık, hastalık ve göç dönemi. İrlandacada Gorta Mór ve Drochshaol adlarıyla anılmaktadır.

18.İrlanda’ya da tur yapıyorsunuz. Ben sırf Guinness ve Jameson’u yerinde tatmak için de giderim ama sanırım Dublin dışında da İrlanda’da gezilecek muhteşem yerler var. Sizin tavsiye ettiğini program nasıl?

Bu sorudaki İrlanda’yı kuzey ve güney diye ayırmadan, tüm ada olarak anlıyor ve öyle cevaplıyorum. Önce bunu belirteyim. Şimdi size kuzeyden başlayarak güneye doğru, Belfast’tan Dublin’e yapacağınız gezinin rotasını adım adım yazayım J

İrlanda denince akla ilk olarak Dublin gelir. Bu gayet normal. Ancak biz İrlanda gezimize kuzeyden başlayalım ve ilk olarak Belfast’a gidelim. Çok küçük bir şehir olmakla beraber bir tam gününüzü keyifle geçirebileceğiniz ve sıkılmayacağınız bir şehirdir Belfast. Şehir temelde 2 kısma ayrılır. Kuzeydeki mahalleler ve Merkez. İRA meselesi sebebiyle yakın tarihi hayli trajik olaylarla geçmiş olan Belfast’ın kuzeyindeki Katolik ve Protestan mahallelerinde bu “kanlı geçmişin” izleri hala duruyor. Katolik bölgesi olan Falls Road ve Protestan bölgesi olan Shankill Road’da yürüyüş yapmalı ve bu 2 bölgeyi birbirinden ayıran Barış Duvarı’nı görmelisiniz. Şehir merkezinde görmeniz gereken yerler: Tarihi Belediye Binası, Albert Saat Kulesi, “Blue Fish” heykeli, Queen Üniversitesi ve elbette Titanik Müzesi. Dünya’nın en meşhur gemisi olan Titanik Belfast’ta üretilmişti. Bu sebeple burada çok büyük bir Titanik Müzesi bulunuyor. Ancak şimdiden uyarıyorum: Bu müze için en az 3 saatinizi ayırmalısınız. Daha erken bitiremezsiniz. Tüm bunlardan sonra hala vaktiniz ve gezi enerjiniz kaldıysa, türünün en etkileyici örneklerinden birisi olan Parlamento Binası’na da gitmelisiniz. Şehir merkezine araçla 30 dk mesafededir. Ama merak etmeyin, gittiğinize fazlasıyla değecek. Bana güvenin.

Devler Kaldırımı (İrlandaca: Clochán an Aifir ya da Clochán na bhFómharach), Kuzey İrlanda’da bulunan volkanik kökenli bazalt jeolojik yapı.

Belfast sonrası, kuzeye doğru 1 saat mesafedeki Devler Geçidi/Kaldırımı (Giants Causeway) isimli volkanik kaya oluşumları Kuzey İrlanda’nın olmazsa olmazlarındandır. En uzunu 8 mt.ye kadar yükselen 40 binden fazla altıgen veya sekizgen bu volkanik sütunlar sanki doğal değilmiş de elle yapılmışlar izlenimi veriyorlar. Hala faal, Dünya’nın en eski viski damıtımevi olan Bushmills de buranın hemen dibinde. Buraya kadar gelmişken ziyaret etmeyecek misiniz yani?

Artık güneye geçme zamanı geldi. Belfast’tan Dublin’e doğru giderken yolunuzun üzerindeki Drogheda kasabası bizim tarihimizle ilişkilidir. 1845 yılında İrlanda’da başlayan “Büyük Patates Kıtlığı” sebebiyle milyonlarca İrlandalı ya ölmüş ya da açlıktan ölmemek için adayı terk etmişti. İşte o kıtlık sırasında, Osmanlı Sultanı Abdülmecid İrlandalılara yardım etmek istemiş ve hem nakdi hem de ayni yardım taşıyan Osmanlı gemileri Drogheda’da demirlemişlerdi. Bu tarihi olayın anısı kasabadaki bir binanın üzerindeki plaket ile günümüzde de yaşıyor. Dilerseniz buraya da uğrayabilir, bu olayı hatırlayabilir ve kasaba merkezindeki Moorland Pastanesi’nin enfes Scone çöreklerinden ve diğer tatlılarından tadabilirsiniz. Drogheda’nın nisan sonu-mayıs başına denk gelen haftada Müzik Festivali oluyor. Geziniz bu tarihe denk gelirse, kasabanın her köşesinde güzel konserler ve bireysel performanslar izleyebilirsiniz.

Drogheda sonrası rotamı İrlanda Adası’nın en büyük şehri olan Dublin. “Ada’nın en büyüğü” dedik ama 1.5 milyonluk nüfusuyla Avrupa ortalamasına göre küçük sayılır. Yine de gezecek görecek çok “şeyi”, anlatacak hikayesi bol bir şehirdir. Phoenix Park, şehri gezmeye başlamak için iyi bir tercih olacaktır. Hele de hava güzelse… Ben de genelde turlarıma buradan başlarım. Eğer şanslıysanız, park içinde serbest olarak sürüler halinde dolaşan geyikleri görebilir ve hatta yanlarına kadar gidebilirsiniz. Parktan sonra şehir merkezine geçip gezinize devam edebilirsiniz. Sıralaması size kalmış olsun. Ben gezmeniz gereken noktaları yazayım en iyisi.

Trinity Koleji (Dublin Üniversitesi) kampüsüne giriş serbesttir. Mutlaka girin ve gezin. 400 yıllık geçmişinde pek çok ünlü kişinin yürüdüğü avlularda Siz de yürüyün. Oscar Wilde, Samuel Beckett, Jonathan Swift, Bram Stoker buradan mezundur. Üniversitenin eski kütüphanesini ve burada sergilenen “Book of Kells” ismiyle bilinen eski incil nüshalarını görmeyi unutmayın. Buraya çok yakın olan Merrion Parkı içerisindeki Oscar Wilde’ın “muzır bakışlı ve yatışlı” heykeli de listenizde olmalı. Ayrıca Ulusal Galeri, St.Stephan Green, Grafton Caddesi, Molly Malone Heykeli, St.Patrick Katedrali, O’Connel Caddesi ve anıtları, İrlanda Yazarlar Müzesi, Gümrük Binası, Büyük İrlanda Kıtlığı Anıtı ve günün sonunda Fleet St.deki Tempel Bar veya Oliver St.John Gogarty de biraz müzik biraz bira…

Zamanınızı ayarlayabilirseniz İrlanda denince tüm dünyada akla ilk gelen sembollerden birisi olan “siyah bira” Guinnes’in fabrikasını da gezerek bu meşhur biranın üretim sürecine ve markanın 250 yıllık hikayesine tanıklık edebilirsiniz. (Laf aramızda Guinnes biraları siyah değildir. Yakut kırmızısının en koyu tonudur. Yani aslında kırmızı bir biradır Guinnes. Ama çok koyu bir kırmızı olduğu için tüm dünyada “yanlışlıkla” siyah sanılır. Bunun çok ilgi çekici başka bilgileri fabrika gezisinde anlatıyorlar)

Dublin’e 1 tam gün yeterlidir. Yine de tavsiyem bu güzel şehirde fazla koşturmadan, rahat rahat 2 gün geçirmeniz olacaktır. Dublin sonrası bizi yine bir doğa harikası bekliyor: Moher Kayalıkları. Galway şehri yakınalrındaki bu etkileyici kıyı oluşumları bizim Antalya’daki falezleri andırır. Atlas Okyanusu kıyısından bir anda yükselen bu görkemli uçurumlar bazı noktalarda 200 mt.lik yüksekliğe ulaşırlar. Özellikle 19.yy.da çok meşhur olan Moher Kayalıkları, pek çok şarkıyai şiire, romana ve tabloya konu olmuştur. Yaz-kış her daim esen Moher’e giderken yanınıza rüzgarlık almayı unutmayın.

Galway’den sonra Batı Sahili boyunca Cork’a kadar yapacağınız yolculukta hem İrlanda’nın kırsal yaşamını hem de birbirinden güzel şirin sahil kasabasını görebilirsiniz. İrlanda Adası’ndaki en keyifli yol güzergahının burası oladuğunu söyleyebilirim. Cork’a kadar gelmişken en meşhur İrlanda viski markalarından Jameson’un Midleton’daki damıtımevini de ziyaret edebilirsiniz.

Cork ile Dublin arasında Winclow Dağları Milli Parkı bulunur. Burası da bir ta gününüzü keyifle geçirebileceğiniz ve çok beğeneceğiniz birkaç noktayı barındırıyor. Bu güzel doğal alan içerisinde Glendalough Manastırı gezebilir, yakındaki göllere yürüyebilirsiniz. Ayrıca Powerscourt Bahçeleri ve şelalesi de size zamanın nasıl geçtiğini unutturacak güzelliklere sahipler. Dublin’e dönerken tam yolunuzun üzerinde, artık adeta bir müze haline gelmiş, ülkenin en eski publarından birisi olan Johnnie Fox’s Pub’ı da ziyaret ederek İrlanda gezinizi Dublin’de sonlandırabilirsiniz.

Hindistan’da

Teşekkür ederim! Ayrıca eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Biz rehberler konuşmaya bir başlayınca kolay kolay durmak bilmeyiz! Sanırım zaten hayli uzun bir söyleşi oldu. Buraya kadar tamamını okuyan olmuş mudur bilemiyorum. Bu sebeple daha fazla uzatmadan sözlerimi bitirsem iyi olur diye düşünüyorum. Teşekkür ediyorum 🙂