Saya, Saya Gezmesi, Dodo, Kalandar Gezmesi, Kriss Kringle, Survakari, Colleda
Saya, İslam öncesi Perslerde kış ortasında kutlanılan ve 100 anlamına gelen ‘sadağ’ veya ‘sädä’ adlı bir ateş bayramı bulunmaktaydı. Pers Mitolojisinde ilk insan kabul edilen Gayomard’ın yüz yaşını doldurduğu gün, 50’si erkek 50’si kız çocuklarının sayısı, nevruz denilen yılbaşına o günden itibaren 100 gün kalması ya da mitolojik karakter Hûşeng’in öldürdüğü bir ejderhadan çıkan kıvılcımlardan ateşi keşfettiği gün günümüzde bir çoban bayramı olarak kutlanılan saya bayramının kökeni düşünülmektedir.
Anadolu’da Saya
Anadolu’da koç katımından yüz gün sonra kuzuların ana karnında tüylenmeye başladığına inanılmakta ve çobanlar tarafından ‘Koyun Yüzü’, ‘Davar Yüzü’, ‘Saya’ ve ‘Sede Pez’ adlarıyla kutlanmaktadır. Kışın en soğuk günlerine rastlayan Saya günü Hıristiyan Rumların 18 Ocak’ta kutladığı Epifani yortusuna denk gelmekte ve bazı araştırmacılar tarafından kışın bitiminin kutlandığı gün olarak ortak köklere sahip olduğu düşünülmektedir.
SAYA GEZMESİ
Anadolu’da Şubat ayı ortalarında koyun ve keçi çobanlarınca gerçekleştirilen bir geleneksel oyunun adıdır. ‘Saya kocası’ adı verilen aksakallı başı sarıklı, kambur, bastonlu ve kollarında ikişer küçük çan taşıyan adamla, kadın kılığına girmiş ‘gelin’ adlı iki karakterin oyunun kahramanlarıdır. Davul-zurna eşliğinde tüm evleri sırayla dolaşıp seyirlik oyunlar oynar, çocukları korkutur ve evlerden bulgur, yağ, yumurta gibi besin maddeleri toplarlar. Ev gezmesi sırasında oğlakların ölü doğmaması için sayacılar hiç konuşmazlar. Toplanılan malzemenin bir kısmı yemek yapılıp yenirken, kalanı hasta ve fakirlere verilmektedir.
AĞRI’DA DODO, DODOY
Dodo, Ocak ayının 25’inde çobanlar tarafından köyün evlerinin tek tek gezilerek seyirlik oyunlar eşliğinde un erzak topladıkları saya gezmesi geleneğinin Ağrı ilindeki adı olup ‘dodoy’ olarak da bilinmektedir. Bir genç sakal takılarak yaşlandırılır, sırtına öteberi sokularak kamburlaştırılır, bir elinde bastonu diğer elinde ise geleneğe adını veren dodoyu taşımaktadır. Dodoy, ahşap bir kepçenin çukur bölgesine ayna yerleştirilip, sap kısmına mavi boncuklar bağlanıp, tüyler yapıştırıldıktan sonra kepçenin baş kısmına da bir başörtüsü bağlanarak bebek formuna sokulmasıyla elde edilir. Yaşlı adam, yanında kadın kıyafeti giydirilen bir delikanlı ‘gelin’, evlerden toplanacak erzakları taşıyacak olan torbacı ve ellerinde sopa taşıyan üç koruyucu gençle birlikte (genellikle köyün çocukları ile birlikte) evleri dolaşırlar.
(* Dodo aynı zamanda Güney Afrika’da yaşayan Buşmen halkının inanışında bir iblis ya da cadının adıdır)
Trabzon’da Kalandar Gezmesi
Trabzon’da yeni yılın ilk gününe (13 Ocak/24 Aralık) ve gecesinde yapılan eğlencelere ve yılın ilk ayına verilen isim olup, Latince ‘calandae’ (takvim) kelimesiyle ilişkilidir. Kalandar gecesi kutlamalarında köyün genç ve çocukları, kemençe eşliğinde horonlar oynayarak toplanır, köydeki tüm evleri tek tek gezer, haşlanmış mısır, fındık, meyve, ceviz toplarlardı. Evlerin önüne gelen çocuklar yine köyden köye değişen bir Kalandar tekerlemesi söyledikten sonra karakoncoloz oyunu adı verilen bir seyirlik köy oyunu oynardı. Oyun sırasında pagan dönemin kalıntısı olan özellikle bereket kültü ile ilgili olan pek çok sembolik ayin gerçekleştirilirdi. Posof köylerinde benzer şekilde gerçekleştirilen gelenek Ganakop adıyla anılmaktaydı.
Kriss Kringle
Alman folklorunda Noel arifesinin adı olup, Christkindl’ın (Çocuk İsa) bozuk formudur. Kriss Kringle gecesi çocuklar ellerinde mumlarla sokaklarda dolaşarak İsa’nın kendilerine hediye getirmesi için dua ederler. Bkz. Krampus
Survakari
Bulgaristan’da yılın ilk günü köy çocuklarının evleri tek tek dolaşarak üzerinde işlemeleri olan ince bir sopayı insanlara vurarak sağlık ve sıhhat dilemeleri geleneğinin adı olup kukeri geleneği ile bağlantılıdır.
Colleda
Sırp halkının inanışında kış gündönümü tanrıçasının adı olup, onuruna bir kütük yakıldıktan sonra çocuklara tatlı kekler dağıtılmakta tanrıçaya sıcakların gelmesi için yalvarılmaktaydı. Sırbistan’ın bazı bölgelerinde kış gündönümü Koleda olarak adlandırılır ve çocuklar ev eve dolaşıp bereket dileyen şarkılar söyleyerek yeni yılın gelişini kutlardı. Tanrıça Colleda, Rusya’da Koliada, Doğu Karadeniz bölgesinde ise Kalandar adıyla bilinmekteydi.
Kaynak: Özhan Öztürk. Dünya Mitolojisi. Nika Yayınları. Ankara, 2016
ESKİ BİR YILBAŞI KUTLAMASI
Ardanuç ilçesine bağlı Yolağzı Köyü (Kontrom), o kış da kalın ve beyaz örtü ile kaplanmıştı.Kürdevan/Çadır Dağı eteklerinde zirveye en yakın eski bir yerleşim yeri olan bu köy, o zamanlarda 35 haneden oluşmaktaydı.Evler genel olarak ahırlar üzerine kurulmuştu.Evin önü veya iki yanı çapraz parmaklı balkonu,arka cephesinde ise içinde ocak bulunan ve ahır temelinden yükselen taş bir duvar vardı..Duvar üstündeki baca, çatıyı delerek çıkar ve ocak dumanını dışarı tüttürürdü.Evin yanına inşa edilmiş ahır,köm, samanlık ve helaya gitmek için balkondan aşağı inen merdiven ile olurdu.Ahır,samanlık ve köm kalın ve uzun tomrukların üst üste dizilmesi ile inşa edilmiş olmalarına rağmen evler tahta ile yapılmıştı.Çatılar bederve denen ince dar tahtalar ile örtülmüş,rüzgara dayanıklı olması için de üzerlerine sıra, sıra iri taşlar dizilmişti.Ailenin nüfus ve zenginliğine göre evler tek göz oda,bir ambar veya çok odalı olurdu.Oda içindeki ocakta; pilekide ekmek,güveçte yemek pişirilirdi.Odanın ortasına konulan soba,borular ile ocak bacasına bağlanır,içinde yakılan odunlar ile ancak bulunduğu yeri ısıtırdı.Odanın aydınlanması idare lambası veya gaz lambası ile olur,hayvanların gece kontrolü için ahırlara giderken ise çıra veya gazyağı feneri kullanılırdı.Su ihtiyacı, köy ortasında akan çeşmeden ve önünde artarda dizilmiş ahşap kürünlerden karşılanırdı.Kürün suyu üstünü buz kaplayınca kırılır, hayvanların su içmesi sağlanırdı.
Köy halkının, uzun kış boyunca hayvanlarını besleme dışında bir uğraşısı yoktu. Okul çağındaki çocuklar, köy meydanı yanındaki ilkokullarına devam ederken aynı zamanda hayvanların bakımı ve beslenmesinde büyüklerine yardımcı olurlar, akşam ise aynı odadaki gaz lambası ışığında derslerine çalışırlardı. Köyde kahvehane veya köy odası yoktu. Cuma günleri köy erkekleri cami medresesinde toplanır, sohbet ederler, günlük sorunlarını tartışırlardı. Genelde komşulara akşam oturmasına gidilir, sohbet ederek birlikte hoş vakit geçirirlerdi.
Biz öğrenciler de okul dışında bir yere gidemez,her yer insan boyu karla kaplı olduğundan harman yerlerinde bile koco veya mile oynayamazdık.Sadece Nazım Amcagillerde yaşıtlarımızla boş zamanlarımızda toplanır,sınıf arkadaşlarımız Casım ve Yusuf’un iki ağabeyi ve bir bu kadar da yaşıtımız eve gelince;burası panayır yerine dönerdi.Evin büyükleri Nazım Amca ile İfaket Yenge’nin komşulara gece oturmasına gitmesi ile ev biz çocuklara kalırdı.Tipili gecelerde;saklambaç,tura,uzuneşek gibi oyunlar oynar,yorulduktan sonra da masallar,fıkralar anlatarak birlikte hoş vakit geçirir,eğlenirdik.Ayaz gecelerde ise;büyük bir odun taşıma kızağını köyün bayır yerlerine taşır,tüm çocuklar kızağa dolar,Kazım Ağabey’in yönetiminde aşağılara doğru kayardık.Büyük kızağı tekrar yukarılara çekerek çıkarırken;çarıklı ayaklarımız,çıplak ellerimiz ve yüzümüz donarken sırtımız ter içinde kalırdı..Aşağı doğru hızla kayarken,oluşan soğuk rüzgarın giysilerimizin vücudumuza yapıştırdığının farkında bile olmazdık. Eve döndüğümüzde pancar rengine dönen ellerimizi, ayaklarımızı sobada ısıtırdık. Buna rağmen nezle veya soğuk algınlığı gibi hastalıklara yakalandığımızı hatırlamıyorum.Belki de çelikleşiyorduk.
Yolağzı Köyümde kış hayatı bu şekilde sürerken 1951 yılının son ayına gelmiştik.İlkokul ikinci sınıfında ve 11 yaşındaydım.Okula 9 yaşımda başlamıştım.Çünkü okulumuz eğitmen kadrolu idi..Ara sınıflara öğrenci alınmaz,alınan öğrenciler 3.sınıftan sonra mezun edilir,tekrar öğrenci alınırdı.Benim durumda olan yaşıtlarım da vardı. O akşam Nazım Amcalara gittiğimde yaşıtlarım evde toplanmış, Adnan, Tahsin,Casım heyecan içinde bir şeyleri tartışıyorlardı.Sorduğumda “Yılbaşı Gezisi” yapmak istediklerini,kendilerine katılıp katılmayacağımı sordular.Ben Yılbaşı Gezisi sözünü ilk defa duyuyordum.Arkadaşlarım ise ağabeylerinden öğrenmişlerdi.Eskiden her yılbaşında geleneksel olarak yapılan bu geziyi bizim yaştaki çocukların yapmalarının uygun olacağını da belirtmişlerdi. Nasıl yapılacağını anlattıklarında, aklım yattı ve katılacağımı söyledim. O akşam görev bölümü yaptık.Bana Bağkesen görevi verildi.Casım Gelin,Tahsin Kadı Efendi,Adnan da Soytarı görevlerini üstlendiler.Yusuf yağ küleğini,Özbek de un davarcığını taşıyacaklardı.Katılan diğer arkadaşlar da Zevat’ı oluşturacaklardı.Gerekli giysiler ve takıları görev alanların kendileri sağlayacaklardı.Sadece uygun oluşundan dolayı Fehime Ablamın yeni bir kaftanı ile bir eşarbını Gelin için ben götürecektim.Eve döndüğümde durumu anneme anlattım.Babam ile konuştuktan sonra “Kızımızın elbisesinin başka erkeğin giymesi uygun düşmez,eğer başkasından bulunmazsa sen giy” dediler.Başka kaftan bulunamayınca istemeyerek Gelin olmayı kabul ettim.Casım ile görevleri değiştirdik.Herkes giysilerini,takılarını hazırlamaya ve gezi gününün gelmesini beklemeye başladı. Ocak ayının ilk günü erken saatlerde Nazım Amcalarda toplandık. Her yer kalın kar örtüsü ile kaplanmış olmasına rağmen, o gün hava açık ve güneşliydi. Görev alanlar özel giysilerini giymeye başladılar. Ben de ablamın kaftanını elbiselerimin üstüne giydim, külahımın üstüne sarı ipek eşarbı attım, uçları belimden aşağı sarkıyor, boyumun yarısından çoğunu kaplıyordu. Rüzgarda savrulmaması için uygun yerlerinden çengelli iğneler ile elbiseme bağlandı. Elimde kendimi korumam için bir de ince uzun kama vardı. Başkesen rolündeki Casım, başına siyah kuzu postundan uzun bir kavuk geçirmiş, siyah kırçıl sakal, bıyık takmış, kaşlarını da kömür ile genişçe boyamış ve beline eşit uzaklıkta 4 adet iri tanko(Saç zil) takmıştı. Elindeki boyundan çok uzun mızrağı ile ürkütücü bir görünüşü vardı. Tahsin beyaz uzun bir kavuğu başına geçirmiş, beyaz yünden sakal bıyık ve kaş yapmış, elindeki ince doğal renklendirilmiş değneği ve beline taktığı sarı zillerle kibar, bilge bir kişiyi andırıyordu. Adnan ise doğuştan gelen muziplik yeteneğini giysilerine de yansıtmıştı. Başına kırmızı külah takmış, gözleri ve ağzının çevresini siyah beyaz halkalar çizmiş ve burnunu kırmızıya boyamıştı. Belinden aşağı sarkan kırmızı renkli, siyah iri benekli mintan giymiş, mintan üstünden beline bağladığı küçük ve çok sayıdaki küçük sarı zillerle çok komik bir görüntü veriyordu. Özbek sırtında davarcığı, Yusuf da kapaklı küçük külek ile bizim hazır olmamızı bekliyorlardı. Bekleyen 15 kişi kadar da Zevat vardı. Bunlar da giysilerimize bakarak gülüşüyorlar, bilhassa Gelin oluşumdan dolayı bana takılıyorlardı. Bir ara onlara ve görevlilere ciddi olmalarını, aksi halde bu görevden ayrılacağımı sert şekilde ikaz ettim. Bunun üzerine Başkesen rolündeki Casım orta yere yürüdü, durduğu yerde birkaç defa zıpladı, tankoları acayip bir ses çıkardı. Sonra durdu ve elindeki, mızrağı göstererek “Ciddi olmazsanız, bu mızrağı yersiniz” dedi. Bıyık altından gülmeler devam etti ise de, kısa zaman sonra herkes ciddileşti. Önde Başkesen olmak üzere; Gelin, Kadı Efendi, Soytarı ve Zevat peş peşe tek sıra halinde dizildik ve Demirciler Mahallesine doğru yürümeye başladık. Evler arasından geçerken tanko, küçük ve büyük zil seslerine arkadaşların ihu çekmelerinin karışması ile beyaz kalın örtü altındaki sessiz köyde bir canlanma ve hareketlilik başladı. Herkes balkonlarına çıkarak çocuklarının vakur ve ciddi geçitlerini izliyor, alkışları ile bizlere moral veriyorlardı. Köyün köpekleri ise yabancısı oldukları bu gürültüler üzerine havlayarak yerlerinden dışarı fırlıyor, üzerimize doğru koşuyor ve acayip kılıklı sahiplerini tanıyınca şaşkın şaşkın bakınıyorlardı. Aylarca ölü toprağına gömülmüş köyde o gün bir hengâme başlıyordu. Bizim mahalleden sonra aynı tantana ile Demirciler Mahallesi de arkada bırakarak Yaylacık Köyüne doğru yürümeye başladık. Bu köyü Adnan çok iyi bildiği için, onun rehberliği ile hareket ediyorduk Bir evin kapısına geliyor, zıplayarak zilleri seslendirildikten sonra Başkesen kapıya mızrak ile üç defa vuruyor ve:
Konak sahibi’,Konak sahibi
Yağ verenin, un verenin
Bir koç yiğit oğlu olsun.
Yağ vermeyenin, un vermeyeni,
Bir topal kızı olsun, O da
Bacadan düşsün,ölsün….
Veya;
Konak Sahibi!..Konak Sahibi! ..
Yağ verenin, un verenin ambarları,
Hububat dolsun.
Vermeyenin her yeri,
Pire, bit olsun.
Şeklinde maniler söylüyor, zıplama ile ziller seslendiriliyor ve uğultu yapılarak ev sahibini kapıya davet ediyorduk.Kapıyı ev hanımı açtığında; Başkesen Kadı Efendi’ye:
Yaz!.. Kadı Efendi!..
Bu konak sahibi,
Bir külek un vere,
Bir batman yağ vere.
Veren el, dert görmesin.
Vermeyen el, el görmesin.
Şeklinde emir veriyor Kadı Efendi de, elindeki değnek ile kar üzerine yaylar çizerek fermanı kayda geçiriyordu. Evin hanımı bir kaşık yağ, bir tas un getirerek uzatılan kaplara bırakıyordu. Bu sırada Soytarı; gösteriri, taklit ve mimikler yaparak toplanan çocukları ve ev halkını gülmekten kırıp geçiriyordu. Eğer dışarıya evin reisi de çıkarsa, o zaman görevliler ve Zevat daha büyük bir gürültü ve gösteri yaparak selamlıyor, zıplamaktan yorulan Başkesen numaradan bayılarak karlar üstüne sırtı üstüne düşüyordu. Herkesteki sevinç birden yasa dönüşüyordu Soytarı kendini yerden yere atarken; Gelin Başkesen’in yanına yaklaşıyor, çömelerek dizlerini dövüyor, gözyaşı döküyor ve hala iyileşmediğini görünce kama ile karnından ameliyat yapmaya uğraşıyordu. Bu sırada evin reisi Başkesen’in yanına yaklaşarak dudakları arasına para yerleştiriyordu. Derhal iyileşen Başkesen , ayağa kalkıyor ve birlikte zıplayarak mutluluk ve minnet ifade edilerek,başka eve doğru hareket ediliyordu.
Yaylacık. Köyünde bu şekilde gezerken zengin görünümlü büyükçe bir evin önündeydik. Dışarı çıkan hanımlar sesinden Adnan’ı tanımışlardı. Adnan’a Gelin’in kim olduğunu sordular. Adnan “İskender Ağabey’in oğlu Fevzi” diye söyleyince içlerinden yaşlı bir hanım kollarını açtı,yanıma koştu,sarıldı,yanaklarımı öptü.”Vayyy!..Toprah başıma kocaman adam olmiş” dedi.Diğer hanımlar da onu izledi.Oradan ayrıldıktan sonra ben yarı şaka,yarı ciddi görevlilere “Beni hanımlardan niye korumuyorsunuz” diye çıkışınca Adnan “O yaşlı kadın senin rahmetli nenenin kız kardeşi,diğerler de yakınları” dedi.Bunu ilk defa orada duyuyordum..Hatta bu evin sahibi Hasan Ağagil (Okumuş) ile aynı dedenin torunları olduğumuzu yıllar sonra öğrenecektim.
Daha sonra Demirciler Mahallesine geri döndük. Burada da aynı gösterileri yaparak yeteri kadar un, yağ ve para topladıktan sonra kendi mahallemize geldik. Burada bizi bekleyen başka sürprizler ile karşılaştık. Aynı şekilde evlere uğrarken babamın amcasının oğlu Veysel Amcaların kapısına doğru balkonda ilerlerken odanın birinden açılan bir kapıdan uzanan iki el, beni bileklerimden tutarak içeri çekti ve kapı kilitlendi. Bu Şahvelet Ağabey idi. Ben kurtulmaya uğraşırken “Dur bakalım Fevzi, seni koruyanlar ne yapacaklar” diyordu. Durumu fark eden arkadaşlar pencereden “Hemen bırakmazsan kapıyı pencereyi indiririz” diye bağırıp kapıya vuruyorlardı. Kapı kırılmadan serbest kaldım. Bu evden sonra bizim eve geçtik, annem ve ablam bana bakıp, bakıp gülüyorlardı. Çeşmenin yanından geçerken Tahsin’in büyük ağabeyi Ali Osman Ağabey orada çömelmiş su içiyordu. Birden ayağı kalktı, beni arkadan koltuk altlarımdan kavradığı gibi yukarı kaldırdı ve aşağıya doğru koşmaya başladı. Uzun boyu ile ben sanki gökte uçuyor, elimde kama olmasına rağmen bir şey yapamıyor, sadece debelenip duruyor ve bırakması için bağırıyordum. O ise bizim telaşımıza ve uğraşımıza gülüyor ve koşmaya devam ediyordu. Casım ve Tahsin büyük ağabeylerine zor kullanamıyor, onlar da gülüyorlardı. Daha sonra tüm arkadaşlar çevresini sardı, koşamayınca beni yere indirdi. Benim kızgınlığım, arkadaşların bunların gezinin bir parçası olduğunu söylemeleri ile son buldu. Oyunun bir parçasını da köy gençleri oynamıştı. Balkonlara çıkan büyüklerimiz de bu olayları izliyor, gülüyor ve eğleniyorlardı.
Evleri dolaşmamız bittiğinde akşam olmak üzere idi. Topladığımız erzak ile kendimize toplu bir ziyafet çekecektik. Bu işi İfaket Yenge üstlenmişti. Ancak o günü evlerine misafir geldiğinden yapamayacağını söyledi. Elimizde gereçler vardı, ancak pişi ve lokma yapacak ve bize evinde sofra hazırlayacak kimseyi bulamıyorduk. Hatırımızı kırmayacak kişilere başvurduksa da biri diğerini öneriyordu. Neticede Nevzat Amcanın eşi Seyhat Yenge kabul etti. Malzemeyi kendisine teslim ettik. Söylediği saatte kendi evinde toplanmak üzere evlerimize dağıldık, giysilerimizi çıkararak günlük elbiselerimizi giyindik. Bu arada geziye katılamamış tüm erkek arkadaşlarımızı da davet ettik. O akşam kendimize neşe içinde bir ziyafet çektik. Artan un, yağ ve parayı da köy gençlerine teslim ettik. Başka bir gün aralarında bir halfana düzenleyeceklerdi.
O yılbaşının ilk günlerinde; annelerimiz de bize bir sürpriz hazırlamışlardı. Akşam yemeğine ailece oturduğumuzda annem pilekide pişirdiği ekmek hamurunun içine birer adet demir para, buğday, arpa, mısır ve fasulye taneleri koyduğunu söyledi. Bunlar kimin dişlerine takılırsa; o kişi paralı, zengin, çok yer göreceği veya çok yaşacağı gibi şanslarının olacağını belirtti. Biz çocuklar şansımızın merakı ile yemeğimizi yedik. Gerçekten ekmeğe katılanlar birer, birer çıktı. Ancak bazılarımıza rast gelmemişti Şansız olanlar üzülmesin diye ikinci bir şansımızın daha olduğunu müjdeledi. Bu da herhalde günün amorti çekilişi idi.”Soba üstünde mısır patlatma” .Akşam yemeğinden bir müddet sonra kardeşler yanmakta olan soba çevresinde oturduk. Annemiz sobanın üstünde tavada mısır kızartmaya başladı. Patlayan mısırlar, kime doğru sıçrarsa; o sene, onun da aynı şansa sahip olunacağını söyledi. Mısırlar patladıkça şansız kimse kalmadı. Bu olaylar biz çocuklar arasında uzun süre sohbet konusu olmuş ve mutlu günler geçirmiştik.
Bütün bu geleneklerin amacı,çocukları eğlendirirken,onları hayat mücadelesine de hazırlamaktı.Bunları çok sonra anlamaya başladım.Anlamadığım husus ise;çeşitli olanağa sahip günün çocuklarının,neden bir türlü mutlu olamayışlarıdır..
ORDA BİR KÖY ANILARI-2010
Sahilköy, 01.07.2009, Fevzi Durmuş
1