Türk Mitolojisi (1)
Türk mitolojisinin büyülü kapılarını aralamaya hazır mısınız? 🌍✨ Binlerce yıl boyunca sözlü gelenekle aktarılan, göçebe kültürün izlerini taşıyan ve kadim inançlarla şekillenen bu eşsiz dünyada tanrılar, ruhlar, destanlar ve efsaneler sizleri bekliyor! 🏹🔥
Bu programda Türk mitolojisinin temel taşlarını keşfedeceğiz: Mitoloji nedir? Türk mitolojisi hangi inanç ve efsaneleri içerir? Göçebe yaşam biçimi, halkın mitolojik anlatılarına nasıl yön verdi? Gök Tengri’nin dünyayı yaratışı, Ülgen ve Erlik Han’ın ışık ile karanlık arasındaki mücadelesi, kadim Türk inançlarının merkezinde nasıl yer aldı?
Bunlarla da sınırlı değil! Şamanların mitolojideki yeri ve gizemli ayinleri, doğadaki ruhlar yani İyeler ve onların su, orman ve gökyüzündeki rolleri, Türk kültürünün en önemli destanları olan Oğuz Kağan Destanı, Dede Korkut Hikâyeleri, Ergenekon Destanı, Manas Destanı ve Geyik Ana Efsanesi gibi konuların derinliklerine ineceğiz. 🐉🌿
Mitoloji: Geçmişin Yankısı mı, Geleceğin Anahtarı mı?
Mitoloji, kelimesini duyunca muhtemelen aklınıza eski çağlardan kalma masallar geliyor değil mi? Bu çok doğal çünkü ülkemizde felsefe gibi mitoloji de gereksiz ve tehlikeli görülen bir disiplin olarak öğrenim sürecimizde hiç yer bulmadı. Oysa mitoloji insan zihninin bilinmeyeni anlama, dünyaya düzen getirme ve kendi varoluşunu sorgulama çabasının kadim izlerini taşıyan bir disiplindir. Ben kimin, neden yaşıyorum, varlığımı nasıl sürdürebilirim? Hayatımın bir amacı var mı? gibi evrenin doğuşuna, insanın varoluşuna ve doğa olaylarının sırlarına ilişkin konular, tarih boyunca ısrarla merak konusu olmuştur. Bugün bile yanıtlamakta zorlandığımız bu kadim sorulara verilen ilk cevaplar işte bu mitlerde saklıdır.
Sözüm özü mitoloji, yalnızca geçmişin tozlu sayfalarında kalmış bilgi yığını değil, bugün de insanın kendini ve dünyayı anlamasına ışık tutan güçlü bir anlatı aracıdır. İnsanlığın her çağda yeniden anlattığı bu evrensel hikayeler, kaderin hükmüne boyun eğmek ile özgür iradesinin sınırlarını zorlamak arasında ortada kalan insanların bitmek tükenmek bilmeyen mücadelesinde yol gösterici olmuştur. Aslında bu kadim öyküler, hepimizin içinde yaşadığı büyük hikâyenin farklı dillerde, farklı zamanlarda yazılmış satırlarıdır.
Mitolojiyi öğrenmek, yalnızca akademik bir uğraş değil, aynı zamanda insanın kendini ve dünyayı daha derinlemesine kavrama yolculuğunun ta kendisidir. Kendi kültürümüzün mitlerini bilmek, köklerimize daha sıkı tutunmamızı sağlarken, farklı kültürlerin mitolojilerini keşfetmek, ufkumuzu genişletir, dünyaya daha geniş bir perspektiften bakmamıza vesile olur.
Mitolojik hikayeler hayat, ölüm, sevgi, fedakârlık ve ahlaki dersler gibi dinî öğretilerle benzer konulara eğildiğinden farklı inançlar arasında ortak noktalar bulmamızı kolaylaştırır. Böylece gerek kendi gerekse başkalarının atalarının bugün çağdışı veya batıl bulduğumuz inanç ve dünya görüşlerini anlayıp, onlara karşı daha açık fikirli olmamıza yardımcı olabilir.
Mitoloji ve felsefe hoşgörü ve eleştirel düşünme becerimizi geliştirerek, bir inanca körü körüne bağlanmaktan kaynaklanan dini veya ırkçı fanatizmin azalmasına yardımcı olabilir. Tabii ki istenirse… Çünkü fanatizm çoğunlukla kitleleri bir arada tutmak için tarih boyunca kullanılmış, kültürel, psikolojik ve sosyal faktörlere bağlı bir grup dinamiği aracıdır. Felsefe ve mitoloji tehlikeli görülür demiştim az önce hatırlıyor musunuz? Nedenini anladınız mı?
Sonuç olarak, mitoloji geçmişin küllenmiş anıları değil, kadim zamanlarla bugünü birleştiren ve geleceğe de uzanan bir köprüdür. Yani kendi mitlerimizi tanımak, yalnızca geçmişimizi değil, bugün kim olduğumuzu ve yarın kim olabileceğimizi de keşfetmemizi sağlar. Zira insan, kendi hikâyesinin izini sürmeden yani kendi geçmişinin derinliklerine inmeden ne bugünü anlayabilir ne de geleceğini şekillendirecek doğru adımları atabilir.
Bu hafta, Yunan, Roma ve Mısır mitolojilerinin ışıltılı masallarının gölgesinde saklı kalmış bir hazine sandığının kapağını aralıyoruz: Zengin bir tarihimizin ve kadim kültürümüzün mirasını taşıyan Türk mitolojisine giriş yapacağız… Daha geniş bir kitleye hitap edebilmesi umuduyla konuyu mümkün olduğunca basit bir dille anlatmaya çalışacağım. Basitleştirirken biraz hata da yapmak mümkün biliyorsunuz ancak daha fazla bilgiye ulaşmak isteyenler için ‘Türk mitolojisinin temel kaynakları’nı aşağıda açıklama bölümüne ekliyorum. İlerleyen dönemde kaldığımız yerden devam edeceğiz. Hadi Başlıyalım!
Türk mitolojisi, atalarımızın, dünyayı nasıl gördüğünü, nasıl bir yaşam sürdüğünü ve hangi değerleri benimsediğini ortaya koyan, zengin bir kaynak olup, Türklerin düşünsel evrenini anlamamız için eşsiz bir anahtardır.
Peki, Türk mitolojisi dediğimizde neyi kastediyoruz?
Türk mitolojisi, Türk kültürünün ayrılmaz bir parçası olup, yalnızca Orta Asya bozkırlarının efsanevi öykülerini barındıran bir dizi masaldan ibaret değildir. Türk kültürü ise Türklerin yüreğine işlemiş, ruhuna kazınmış ölümsüz bir miras; kültürümüzde, dilimizde ve geleneğimizde, biz nefes aldıkça farkında bile olmadan solumaya devam edeceğimiz kadim nefestir. Bu mitoloji, Göktürklerden Uygurlara, Oğuzlardan Kıpçaklara, Sakalardan Hunlara dek uzanan eski halkların inançlarını kapsadığı gibi, bugün hâlâ Türk kimliği taşıyan Kazak, Kırgız, Türkmen, Tatar, Yakut gibi toplulukların mitolojik dünyasını da içine alır.
Türk mitolojisi, kendine özgü yapısıyla dikkat çekerken, diğer dünya mitolojileriyle de çeşitli ortak motifler paylaşır. Göktanrı inancı, eski Moğol ve Tunguz şamanizmiyle benzerlik gösterirken, yaratılış mitleri Altay halkları ve Ural-Altay dillerini konuşan toplumlarla ortak anlatılar içerir. Kahramanlık destanları bakımından İskandinav sagaları ve İran mitolojisiyle paralellikler taşıyan Türk mitolojisinde, Oğuz Kağan Destanı’nın kökeni, Roma mitolojisindeki Romulus ve Remus efsanesi ile Hint mitolojisindeki tanrısal kahramanlara benzer.
Göçebe Kültürün Mitolojiye Etkisi
Bozkırın sert rüzgârı, göçebelerin ruhu şekillendirirken mitolojisini de yoğurmuştur. Türkler için gökyüzü sonsuz ve kutsal bir kubbe, yeryüzü engin bir ova, su ise hayatın özüydü. Kutsal kabul edilen doğa yalnızca bir mekân değil, aynı zamanda bir rehber ve öğretmendi; dünyanın merkezinin dağlar olduğuna inanılırken, ağaçlar ve nehirlerin birer ruhu olduğuna inanılırdı.
At sırtında geçen yaşam, destanlara hız ve cesaret olarak yansırken, Gök Tanrı inancı sonsuz göç yollarında ilahi bir düzen kurmayı amaçlıyordu. Yer ve su ruhları vadileri korurken, otağlar evrenin küçük bir modeli olarak görülürdü.
Göçebelerin yolu üzerine çıkan her yeni ufuk ise bilinmeyenle yüzleşmekti. Bu yüzden mitolojide kurtlar, kuğular ve kartallar yalnızca hayvan değil, kutsal rehberler olarak görülürdü. Bu kozmoloji anlayışı, Türk mitolojisinin temelini oluşturmakta olup, mitolojik anlatılarda sıkça karşımıza çıkmaktadır.
Şamanizmin Mitolojiyle İlişkisi
İnsanlık, varoluşun gizemleriyle yüzleştiği günden beri gökyüzüne sorular sormuş, ruhlarla konuşmanın yollarını aramıştır. Şamanizm, bu kadim arayışın bir çözümüdür. Göçebe kültürlerde şaman, yalnızca bilge ya da büyücü değil, ruhlarla insanlar arasında köprü kuran bir yol göstericidir.
Türk mitolojisinde şaman, yani kam, doğayla insan arasındaki dengeyi korur. Onun duaları yeraltına iner, göğe yükselir. Destanlarda kamlar, kahramanların kaderine, savaşların seyrine ve kehanetlerin duyulmasına eşlik eder.
Şaman ayinleri mitolojiyi besleyen ritüellerdir. Davulun ritmi göğün nabzı, ateşin alevleri ruhların dansıdır. Kurbanlar, kehanetler ve rüyalar mitolojik anlatıların temel taşlarını oluşturur. Ülgen, Erlik, Gök Tanrı gibi varlıklar, Şamanizm’in kozmik düzen anlayışının yansımalarıdır.
Sözün özü göçebe ruhunun evreni anlama çabası olan Şamanizm, mitolojinin bir parçası olmanın ötesinde, onu besleyen ve şekillendiren bir damardır.
TÜRK KOZMOLOJİSİ VE EVRENİN YARATILIŞI
Ülgen ve Erlik: İyilik ve Kötülüğün Dengesi
Evrenin sonsuz boşluğunda, ışık ve karanlık ebedi bir mücadele içindedir. Türk mitolojisinde bu dengenin iki kadim gücü vardır: Göğün yüce hükümdarı Ülgen ve yeraltının karanlık efendisi Erlik. Biri hayat verir, diğeri alır; biri düzen kurar, diğeri kaosu serbest bırakır.
Ülgen, göğün en yüksek katında taht kurmuş iyilik tanrısıdır. Dünyayı yaratmış, insanı şekillendirmiş ve ışığını yeryüzüne göndermiştir. O, adaletin ve düzenin simgesi, şaman dualarının yüce koruyucusudur.
Erlik ise yeraltında hüküm süren isyanın ve karanlığın efendisidir. Ölümün ve hastalıkların sahibi olarak, Ülgen’in düzenine karşı koyar. Ama o yalnızca bir düşman değil, dengenin zorunlu bir parçasıdır. Çünkü gölge olmadan ışık, ölüm olmadan hayat bilinemez.
Türk mitolojisinde bu iki zıt güç, evrenin işleyişinin anahtarıdır. İyilik ve kötülük, tıpkı gece ile gündüz gibi, birbirini tamamlayan iki unsurdur. Ve insan, bu sonsuz dengenin içinde kendi yolunu bulmaya çalışır; göğün ve yerin çağrılarına kulak verir…
Türk Yaratılış Mitleri: Gök Tengri’nin Dünyayı Yaratışı
Evrenin başlangıcında ne gök vardı ne yer ne güneş doğmuş ne de rüzgâr esmişti. Sonsuz boşlukta yalnızca Gök Tengri vardı. Ona dair ilk yazılı kanıt, Hiung-nularla ilgili Çin yıllıklarında “tcheng-li” şeklinde geçmektedir ve bu, iki heceli bir sözcük olan tengrinin Çince çevirisidir. Açıkçası Eski Türklerin, gökyüzü ile tanrı arasında bir ayrım yapıp yapmadıkları da kesin olarak bilinmemektedir. Yine de Türk yaratılış mitlerine göre, varoluşun ilk kıvılcımını çakan irade oydu.
Gök Tengri, önce suyu ve göğü yarattı; su hayatın özü, gök ise düzenin simgesiydi. Kayra Han, bu sonsuzluğun bir dengeye ihtiyacı olduğunu fark etti ve yeryüzü doğdu: Dağlar yükseldi, nehirler aktı, güneş ve ay göğe asıldı, yıldızlar karanlığa serpildi.
Ama varoluş yalnızca ışıktan ibaret olamazdı. Erlik Han, bu kusursuz düzene karşı koydu ve göğün katlarından kovularak yeraltının efendisi oldu. Böylece ışık ile gölge, iyilik ile kötülük, yaşam ile ölüm dengesi kuruldu.
Gök Tengri, insanı da bu büyük dengeye yerleştirdi. Ona ruh ve akıl vererek, gökle yer arasında bir yolcu kıldı. Ve böylece insan hem yeryüzünün hem de gökyüzünün hikâyesine ortak oldu.
Türk Mitolojisinde Üç Âlem: Üst, Orta ve Alt Dünya
Türk mitolojisinde evren, yalnızca görünen dünyadan ibaret değildir. Eski Türkler, evreni ruhların, tanrıların ve bilinmeyen güçlerin hüküm sürdüğü üç katmanlı bir yapı olarak tasavvur ediyordu: Üst Dünya, Orta Dünya ve Alt Dünya. Bu üçlü yapı, evrenin dengesini ve insanın kozmik yolculuğunu simgeler.
Üst Dünya, Gök Tengri’nin ve iyi ruhların yaşadığı kutsal, aydınlık âlemdir. Burada adaletin ve düzenin kaynağı Gök Tengri hüküm sürer. Ülgen Han, ışığın ve iyiliğin koruyucusu olarak bu göksel krallıkta yaşar. Efsanelere göre gökyüzü yedi veya dokuz katmandan oluşmakta, şamanlar trans hâlindeyken ruhları bu dünyaya yükselerek tanrılardan bilgelik dilemekteydi.
Orta Dünya, İnsanların ve diğer canlıların yaşadığı, ruhlarla iç içe bir denge âlemidir. Dağlar ve ağaçlar, yalnızca doğanın değil, mitolojinin de kutsal varlıklarıdır. Dağlar, insanoğlunun göğe yükselme arzusunu, ağaçlar ise yaşamın devamlılığını temsil ederdi. Türk inanışında bu iki unsur, evrenin dengesini simgelerdi; dağlar göğe yükselen bir köprü, ağaçlar ise kökleriyle tutundukları yeri ve dallarıyla uzandığı göğü birbirine bağlayan canlı varlıklardır Şamanlar, dağları evrenin sütunları olarak görürdü. En yüksek zirveler, tanrılara en yakın noktalardı ve bu yüzden dağların doruklarına sıradan insanlar ulaşamazdı; buraları özellikle Ötüken Dağı kahramanların, bilgelerin ve ruhani varlıkların yeriydi.
Alt Dünya, karanlık ve bilinmezlik âlemidir. Burada Erlik Han hüküm sürer; o, kaosun ve ölümün efendisidir. Alt Dünya, yalnızca ölülerin değil, sınavların ve ruhsal arınmanın mekânıdır. Şamanlar kaybolmuş ruhları geri getirmek için buraya iner, ancak geri dönmek bile büyük bir sınavdır.
Bu üç âlem, Türk mitolojisinde evrenin düzenini ve yaşamın dengesini simgeler. İnsanın kaderi Orta Dünya’da yazılırken, ruhu bu kutsal mekânlar arasında yolculuk eder.
Kutsal Ağaçlar: Hayatın ve Evrenin Sembolü
Türk mitolojisinde Hayat Ağacı hem yaşam kaynağı hem de evrenin üç âlemini birbirine bağlayan kozmik eksen yani axis mundi’dir. Axis mundi, Latince “dünyanın ekseni” anlamına gelir ve genellikle farklı kültürlerde dünyayı, evreni ya da kozmik düzeni merkezden geçiren bir eksen olarak tasvir edilir. Bu eksen, dünyayı cennet, yer ve yeraltı dünyaları arasında birleştirir. Türk mitolojisinde kökleri Alt Dünya’ya, gövdesi Orta Dünya’ya, dalları ise Üst Dünya’ya ulaşır. Ağaç, yalnızca bir bitki değil, evrenin ruhsal dengesinin sembolüdür.
Kaşgarlı Mahmud, Türkler, Tengri (gök tanrı) adını, göze ulu bir ağaç gibi büyük görünen her şeye taktığını bildirmiştir. Destanlarda kahramanların doğduğu yerler genellikle kutsal ağaçların altıdır. Oğuz av sırasında bir gölün ortasında bir ağaç ve bu ağacın kovuğunda (qucaq) tanrısal kaynaklı bir kız görüp evlenmiş, kız kendisine üç oğul vermiştir. Oğuz Kağan’ın annesinin, kutsal bir ışık huzmesiyle aydınlanan bir ağacın yanında doğması da ağaçların yalnızca fiziksel değil, ruhani bir güce sahip olduğuna olan inancı gösterir. Bazı Türk kabilelerinin ölülerini ağaçlara asma geleneği, yeniden doğuş inancı ile birlikte, ölülerin göğe sunulması ve onları göğe uzanan yola uğurlama umudundan kaynaklanmaktaydı.
Türkler, kutsal ağaçların gölgesinde dua eder, kurbanlar sunar, dileklerini dallarına bağladıkları bezlerle ifade ederdi. Çünkü onlar için ağaç, geçmişin bilgeliğini ve geleceğin umutlarını taşıyan sonsuz bir bağdı. Bugün hâlâ dağlara saygı duyuyor, ağaçların gölgesinde huzur buluyorsak, belki de atalarımızdan miras kalan bu kadim inancı hâlâ içimizde taşıdığımızdan dolayıdır.
TANRILAR VE DOĞAÜSTÜ VARLIKLAR
Gök Tengri: Türk Mitolojisinin En Büyük Tanrısı
Göz alabildiğine uzanan uçsuz bucaksız bozkırların, dağların doruklarından süzülen rüzgârların, yıldızlarla bezeli sonsuz göğün tek bir sahibi vardı: Gök Tengri. O, Türk mitolojisinin en yüce tanrısı, evrenin düzenini kuran ve ona hükmeden ilahi güçtü. Ne bir bedene sahipti ne de bir surete. O, varoluşun ta kendisiydi; görünmez ama hissedilendi, uzaktı ama her an her yerdeydi.
Eski Türkler için Gök Tengri, yalnızca bir tanrı değil, evrenin işleyişini belirleyen kutsal bir ilkeydi. O, dünyayı yaratmış, insanlara can vermiş, onlara kader çizmişti. Kutunu, yani kutsal gücünü, hak eden kağanlara bahşeder, adaletten sapanları ise göğün gazabıyla cezalandırırdı. Bu yüzden eski Türk hükümdarları, hâkimiyetlerini Gök Tengri’nin bir lütfu olarak görür ve ona layık olmak için adaletle hükmetmeye çalışırlardı.
Gök Tengri yalnızca bir yaratan değil, aynı zamanda evrenin kozmik dengesini sağlayan güçtü. Doğanın döngüsü, mevsimlerin değişimi, savaşların ve barışın kaderi hep onun iradesine bağlıydı. Bozkır halkları, başlarını yukarı kaldırıp göğü izlediklerinde onun sonsuz varlığını hissederlerdi. Çünkü gök, hep oradaydı; bulutlar gelip geçer, yıldızlar kayar, ama göğün maviliği hep baki kalırdı.
Şamanlar, ayinlerinde onun adına dualar eder, ruhsal yolculuklarında Üst Dünya’ya yükselerek onunla irtibat kurmaya çalışırlardı. Onun kudreti, yalnızca göğün zirvesinde değil, her esen rüzgârda, her yağan yağmurda, her doğan güneşte hissedilirdi. Onlara göre Gök Tengri, insanoğlunun yol göstericisiydi; adaletin, bilginin ve yaşamın kaynağıydı.
Ve bugün bile, başımızı kaldırıp gökyüzüne baktığımızda, atalarımızın gördüğü o aynı sonsuz mavilikle karşılaşıyoruz. Çünkü Gök Tengri, zamanın ötesinde bir güçtü; onun varlığı, tıpkı gökyüzü gibi, sonsuza dek bizimle kalacaktı…
Ülgen ve Erlik Han: Işık ve Karanlığın Kadim Mücadelesi
Evrenin başlangıcında ne ışık ne de karanlık vardı. Zamanın bile akmadığı bu boşlukta, yalnızca Gök Tengri’nin iradesi hüküm sürüyordu. Sonra, bu büyük irade iki zıt gücü var etti: Ülgen ve Erlik Han. Biri ışığın ve iyiliğin temsilcisi, diğeri karanlığın ve kaosun efendisiydi. Ve böylece, yaratılışın temelinde sonsuz bir denge kuruldu…
Ülgen Han, Gök Tengri’nin lütfuyla Üst Dünya’nın hâkimi oldu. O, yaratıcı gücün yeryüzündeki yansımasıydı. Güneşi göğe astı, yıldızları parlattı, rüzgârlara yön verdi. İnsanları ve hayvanları yarattı, onlara yaşam bahşetti. Şaman dualarında ona seslenilir, bilgelik ve koruma dilenirdi. Ülgen, iyiliğin ve düzenin koruyucusuydu. Fakat her düzenin bir karşıtı olmalıydı…
Erlik Han, yeryüzünde huzuru bulamayan, isyan eden ve sonunda Alt Dünya’ya sürülen tanrıydı. O, karanlığın efendisi, ölümün ve hastalıkların kaynağıydı. Zayıf ruhları ayartır, yeryüzüne korku salardı. Ancak o, yalnızca bir düşman değil, aynı zamanda insanın sınavıydı. Kötülüğün varlığı, iyiliğin değerini anlamayı sağlıyordu. Altın Köl Yazıtlarında, Erklik ölüleri canlılardan “ayırmakta” ve böylece bir çeşit ölüler tanrısı olmaktadır. 13. Yüzyıl Türk-Uygur Budist yazınında, Erlik Hintlilerin Yama diye adlandırdığı cehennemin kralı ile özdeştir
Bu iki güç, tıpkı gece ve gündüz gibi, birbirini tamamlıyordu. Ülgen, insanlara yol gösterirken, Erlik onları ayartıyordu. Şamanlar transa geçtiğinde, bazen Ülgen’in ışığına yükselir, bazen de Erlik’in karanlığında kaybolma tehlikesiyle yüzleşirdi.
Ve böylece, Türk mitolojisinin özünde yatan büyük mücadele, yalnızca tanrılar arasında değil, insan ruhunun derinliklerinde de sürüp gitti. İyilik ve kötülük, aydınlık ve karanlık, düzen ve kaos… Biri olmadan diğeri eksik kalır, biri güçlenirse diğeri zayıflardı.
Bugün bile içimizde hissettiğimiz o iki ses—biri bizi doğruluğa çağıran, diğeri bizi şüpheye sürükleyen—O dönem Ülgen ile Erlik’in kadim mücadelesinin bir yansıması olarak düşünülüyordu.
: Doğurganlık ve Bereketin Koruyucu Ruh
Bozkırın esen rüzgârında, toprağa düşen ilk yağmur damlasında, bir annenin bebeğini şefkatle kucaklayışında Umay Ana’nın kutsal dokunuşu saklıdır. Türk mitolojisinin en kadim ve merhametli tanrıçası olan Umay, doğanın, bereketin ve anneliğin ruhudur.
Umay, yalnızca doğurganlığın değil, yaşamın kendisinin koruyucusudur. Çocukları nazardan sakınır, kadınlara doğumda güç verir, toprağa bereket bahşeder. Eski Türklerde, kağanların bile Umay’ın desteğine ihtiyacı olduğuna inanılırdı; çünkü onun koruması altındaki bir hükümdar, halkına bolluk ve adalet getirebilirdi.
Gök Tengri’nin bahşettiği kutsal nurun bir parçası olarak görülen Umay, ışıkla ve gümüş renkli kuşlarla tasvir edilirdi. Onun varlığı, en karanlık zamanlarda bile umut ışığıydı. Anneler, yeni doğan bebeklerinin sağlıklı büyümesi için ona dualar eder, başlarına bir damla su serperek Umay’ın şefkatini dilerlerdi.
Şamanlar, rüyalarında Umay’ı gördüğünde, bu bereketin ve huzurun habercisiydi. Onun kanatları altında büyüyen çocuklar güçlü ve bilge olurdu. Fakat bir toplum Umay’ın lütfundan yoksun kalırsa, hastalıklar ve kıtlık kaçınılmaz olurdu.
Ve böylece, Umay Ana, yaşamın başlangıcından beri insanlığa eşlik eden kutsal bir güç olarak bozkırların rüzgârında, duaların fısıltılarında ve annelerin yüreğinde var olmaya devam etti…