Sümerler: Medeniyetin Gerçek Mimarları Kimdi? (1)
-
Giriş “udu” (𒌓)
‘Bize bildiğimiz her şeyi onlar öğretti’ desek yalan olmaz! Yazıyı icat ederek tarihi başlatan, gökyüzüne yükselen devasa yapılar inşa ederek, insanlığın sınırlarını zorlayan, ilk büyük şehirleri kurarak, uygarlığın temellerini atan ve bu şehirlerde ilk kez devlet mekanizmasını hayata geçirerek modern siyasi sistemlerin öncüsü olan onlardı. İlk kez insanların önüne uymaları gereken kanunları koyarak adaletin temellerini atan, o günkü inançlarıyla bugünkü dinleri şekillendiren yine onlardı…”
Evet, Sümerlerden bahsediyoruz! Medeniyetin yapı taşlarını döşeyen bu halk kimdi, nereden gelmişti ve bir anda tarih sahnesine nasıl çıkmıştı?
Olağanüstü becerikli olduklarından şüphe duymadığımız Sümerler, tüm bu mucizeleri gerçekleştirip, medeniyetin ilk kıvılcımlarını çakarken acaba gökyüzünden gelen tanrıların rehberliğinden faydalandı mı? Kimi çağdaş yazarların, mitoloji ve bilim kurguyu harmanlayarak ortaya attığı, Annunaki ve Reptilian gibi sıra dışı teoriler, gerçeklik payı taşıyor olabilir mi? Yoksa bu anlatılar, Sümerlerin büyüsünü daha da gizemli kılmak için uydurulmuş hikâyeler mi?
Okumak yerine izlemek isterseniz youtube kanalımda Sümerler hakkındaki videou seyredebilrisiz
-
Mezopotamya – Idigna u Buranun ki” (𒀀𒇉𒁕𒃼𒆠) “Dicle ve Fırat ülkesi”
Dicle Nehri →”Idigina” (𒀀𒇉𒁉)
Fırat Nehri → “Purattu” (𒁍𒀊𒆳)
Uygarlık, insan topluluklarının belirli bir düzen içinde yaşadığı, iş bölümünün geliştiği, merkezi bir yönetime sahip olduğu, inanç sistemleri oluşturduğu ve en azından bir toplumun kesiminin yazıyı kullanabildiği karmaşık bir yapıyı ifade eder. Ancak uygarlık, bir gecede ortaya çıkmadı; insanlar bir sabah uyandıklarında birdenbire ‘uygar’ hale gelmediler. Peki, bu büyük dönüşüm nerede ve nasıl başladı?
İnsanlığın ortaya çıkışını ve avcı-toplayıcılıktan yerleşik hayata nasıl geçildiğini önceki videolarımda anlatmıştım, izlemenizi tavsiye ederim. Peki kabilelerden devletlere, sözlü kültürden yazılı tarihe nasıl geçtik?
Bugün, medeniyetin doğduğu yer olarak kabul edilen bölge, Mezopotamya’dır. Dicle ve Fırat nehirlerinin hayat verdiği bu verimli topraklar, insanlığın ilk büyük şehirlerini ve devletlerini doğurmuştur. Mezopotamya (Μεσοποταμία) adı, ilk kez MÖ 4. yüzyılda Ksenophon’un “Anabasis” adlı eserinde geçer ve Yunanca “İki Nehir Arasındaki Ülke” anlamına gelir. Bugünkü Irak’ın güneyinde uzanan bu düzlükler o kadar geniştir ki, anlatılanlara göre yüksek bir yere çıktığınızda ufka kadar her yeri görebilirsiniz.
-
Sümerler – Ki-en-gi-ke (𒆠𒂗𒄀𒆤)
İnsanlık tarihinin akışını değiştiren Sümerler, Mezopotamya’nın güneyinde tarih sahnesine adım attı. MÖ 4500-4000 yıllarında, bölgedeki topluluklar bataklıkları kurutup, tarıma elverişli hale getirmiş, yün ve deriden giysiler üretmiş, kilden kaplar yapmış ve kerpiç tuğlalardan evler inşa etmişti. MÖ 3500 civarında, bölgede kültürel ve demografik değişimlerin yaşandığı arkeolojik bulgularla anlaşılmaktadır. Bazı araştırmacılar, bu dönemde yeni bir halkın bölgeye gelerek buradaki topluluklarla kaynaştığını öne sürerken, bazıları Sümerlerin bölgenin yerli halklarından evrimleştiğini savunmaktadır. Sümerlere ait olduğu düşünülen iskelet kalıntıları genellikle kısa boylu ve sağlam yapılı bireyleri işaret etmektedir, ancak bu fiziksel özellikler, onların dışarıdan mı geldiklerini yoksa yerel bir nüfusun devamı mı olduklarını kesin olarak kanıtlamamaktadır.
“Sümer” kelimesi, bu halkın kendine verdiği ve kendi dillerinde kullandıkları bir isim değildi. Bu terim, Sümerlerin yaşadığı bölgeye Akadlılar tarafından verilen bir addır ve Akadca Šumeru (𒋗𒈨𒊒) kelimesinden türemiştir. Oysa Sümerler kendilerini “kara başlı insanlar” anlamına gelen sag-gig-ga (𒊕𒈪) olarak tanımlıyor, ülkelerine ise “medeniyetin yeri” anlamına gelen ki-en-gi(-ra) (𒆠𒂗𒄀) adını veriyorlardı.
Peki, neden “kara başlı insanlar”? Antik Mezopotamya’da esmer tenli toplulukların zaten yaşadığı biliniyor. Ancak bu ifadenin doğrudan fiziksel özellikleri mi yoksa sembolik bir anlamı mı vurguladığı hâlâ tartışmalı. Eğer yalnızca ten rengine vurgu yapılıyorsa, Sümerlerin bölgedeki diğer halklardan belirgin biçimde farklı, hatta siyahi olması gerekirdi. Oysa birçok araştırmacıya göre “kara başlı” ifadesi, Sümerlerin sosyal veya dini statüsüne dair bir sembol olabilir.
-
Su – 𒄄 (A)
Su, hayatın kaynağıydı ve Sümerler için her şeyin merkezindeydi. Efsanelere göre tanrılar, suyun üzerine sazlar yerleştirip, çamur dökerek ilk kulübeyi inşa etmişti. Günümüzde Mezopotamya bataklıklarında benzer yaşam tarzını sürdüren Ma’danlar veya Mezopotamya Bataklık Arapları adıyla bilinen topluluklar yaşasa da, Sümerler esas olarak ırmak kıyılarına yerleşmiş ve geliştirdikleri tarım metodlarıyla verimli topraklardan faydalanmışlardır.
Ancak bu topraklarda tarım yapmak sanıldığı kadar kolay değildi. Güney Mezopotamya’da yaz aylarında yağmur neredeyse hiç yağmazdı ve kontrolsüz nehir taşkınları tarlalara zarar verebilirdi. Tarımı ayakta tutmanın tek yolu, suyun akışını düzenlemekti. Sümerler, sulama kanalları, setler ve su bentleri inşa ederek nehirleri yönlendirmeyi öğrendi. Bu gelişmiş sulama sistemleri sayesinde, tarımsal üretim arttı, köyler büyüdü ve zamanla kentlere dönüştü.
Artan tarımsal üretim, sosyal yapıyı da değiştirdi. Verimli arazilerden faydalanan çiftçiler artı ürün edebildikleri için zamanla büyük toprak sahiplerine dönüştü. Ticaret de gelişti; Sümer tüccarları arpa, susam yağı, kurutulmuş balık ve dokumaları doğudaki dağ halklarına götürerek karşılığında sedir ağacı, bakır ve kıymetli taşlar getirdi. Irmak kıyılarında büyüyen kentler, deri kaplı sazdan teknelerin nehirlerde dolaşmasıyla birbirine bağlandı. Böylece Sümerler, yalnızca bir topluluk olmaktan çıkıp, ortak bir uygarlığın temellerini attı.
MÖ 3000’e gelindiğinde Sümerler, su mühendisliğinde büyük ilerlemeler kaydetmişti. Sulanabilir tüm topraklar ekime açılmış, kent merkezlerinde devasa tapınaklar yükselmişti. Özellikle Nippur gibi şehirler, rahiplerin ve tüccarların buluşma noktası haline gelmişti.
Ancak su, Sümerler için yalnızca hayat kaynağı değil, aynı zamanda bir mücadele unsuruydu. Kurak dönemlerde su ve toprak anlaşmazlıkları, komşu kentler arasında gerilimi tırmandırdı. Bu çekişmeler zamanla büyük savaşlara dönüştü ve Sümerler, tarihin ilk organize ordularını kuran uygarlıklardan biri oldu. Dahası, Sümer’in zenginliği, yabancı kavimlerin iştahını kabarttı. Hem dış saldırılar hem de şehirler devletleri arası rekabet, bu kadim uygarlığın kaderini belirleyen bir tehdit haline geldi.
-
Büyük Adam – Lugal (𒈗
Tek başına bir çiftçi, sulama kanallarını inşa edemez, bakımını yapamaz ve dış tehditlere karşı kendini yeterince koruyamazdı. Bu yüzden Sümerlerde organizasyon becerisi yüksek liderler ön plana çıktı. Lugal (𒈗) — yani “Büyük Adam” unvanını taşıyan bu yöneticiler, yalnızca savaşçı değil, aynı zamanda sulama sistemlerini denetleyen, yargıçları ve vergi toplayıcılarını yöneten merkezi figürlerdi. Başlangıçta topluluklarını koruma ve yönetme görevini üstlenen bu liderler, zamanla daha kalıcı bir siyasi otoriteye sahip yöneticilere dönüştü.
Neolitik Çağ’da tarım, hayvancılık ve el işçiliğine dayalı bir yaşam sürdürülürken, Sümerlerde iş bölümü daha karmaşık hale geldi ve büyük ölçekli tarımsal üretim ortaya çıktı. Sulama sistemlerinin inşası ve bakımı, iş gücünün kolektif organizasyonunu, toplumsal hiyerarşinin belirginleşmesini ve merkezi yönetimin güçlenmesini teşvik etti. MÖ 3000’lere gelindiğinde, Sümerler çok tanrılı inanç sistemleri, anıtsal mimari yapıları ve idari kayıt sistemleriyle, kentleşmiş toplumların en erken örneklerinden birini oluşturmuştu. Ancak bu sistem, toplumda belirgin bir sosyal tabakalaşmaya da yol açtı. Tapınak rahipleri, yönetici sınıf ve büyük toprak sahipleri, karar alma süreçlerinde etkili olurken; çiftçiler, zanaatkarlar ve işçiler, ağır vergiler altında eziliyor ve zorunlu iş gücü (corvée) olarak kullanılıyordu.
Peki, bu yönetici sınıf nasıl ortaya çıktı? Büyük olasılıkla, tarımın getirdiği üretim fazlası, iş bölümünü ve toplumsal hiyerarşiyi zamanla derinleştirdi. Başlangıçta, sulama sistemlerini yöneten veya dini ritüelleri düzenleyen rahipler, zamanla daha geniş bir siyasi otorite kazandı. Zaten, Sümer mitolojisine göre, tanrılar insanları kendilerine hizmet etsin diye yaratmıştı. Sümerlerde tapınaklar yalnızca dini ibadet için kullanılmıyordu, aynı zamanda ekonomik faaliyetlerin yürütüldüğü ve yönetimin şekillendiği merkezlerdi. Tapınaklar, büyük ölçekli tarımsal üretimi organize ediyor, iş gücünü denetliyor ve dağıtımı sağlıyordu. Ancak Sümer ekonomisi yalnızca tapınaklara dayalı değildi; özel mülkiyet ve tüccar sınıfı da ekonomik yapıda önemli bir yer tutuyordu
Bu sistem, büyük ölçekli projelerin gerçekleşmesini mümkün kıldı. Sulama kanalları, görkemli tapınaklar ve ilk şehirler, binlerce insanın ortak çabasıyla inşa edildi. Aynı zamanda sanat, müzik ve zanaatkârlık gibi alanlar gelişti. MÖ 4000 civarında küçük yerleşimler halinde ortaya çıkan Sümer şehirleri, bin yıl sonra gelişmiş kent devletlerine dönüşmüş ve yazının icadıyla birlikte, tarihin en eski uygarlıklarından biri haline gelmiştir.
İngiliz tarihçi Paul Kriwaczek, (1937-2011) Mezopotamya uygarlığının yükselişini ve insanlık tarihine etkisini anlattığı Babil: Mezopotamya ve Uygarlığın Doğuşu (Babylon: Mesopotamia and the Birth of Civilization) adlı kitabında, Sümerlerin dünyayı bilinçli olarak dönüştürmeyi amaçlayan ilk uygarlık olduğunu öne sürmüştü. Kriwaczek’e göre, Sümerler doğaya uyum sağlamak yerine ona hükmetmeye çalışmış, tarımsal sulama sistemleri, şehir planlaması ve yazıyı geliştirerek, çevrelerini kasıtlı olarak değiştirmişlerdi. Bu bağlamda, Sümerlerin yalnızca hayatta kalmaya yönelik değil, bilinçli bir şekilde toplumu, ekonomiyi ve doğayı şekillendirme çabası içinde olduklarını savunmuştur. Kriwaczek, bu düşünce yapısının, modern uygarlıkların temelini oluşturduğunu da vurgulamıştı.
-
Kadın – Munus 𒊩𒌆
Sümerlerde kadınlar, dönemin birçok uygarlığına kıyasla daha geniş haklara sahipti. Ev ve arazi satın alabiliyor, ticaret yapabiliyor ve mahkemelerde tanıklık edebiliyorlardı. Ancak toplumsal işbölümünde, çoğunlukla dokumacılık, bahçecilik ve yemek pişirme gibi görevlerle meşguldüler.
Kadınların en önemli sorumluluklarından biri çocuk doğurmaktı. Sümer yasalarına göre, eğer bir kadın çocuk sahibi olamazsa, kocasının ikinci bir eş almasına izin veriliyordu. Bu durum, doğurganlığın Sümer toplumunda ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.
Sümerler, dünyadaki düzeni, tanrıların görevleri üzerinden açıklamaya çalışmış ve insanların yaptığı işleri tanrılara atfederek, kozmolojik bir çerçeve oluşturmuşlardı. Sümer yaratılış mitinde tanrı Enki‘nin, erkek tanrılara tarla sürmek, kanal kazmak ve inşaat işleri gibi görevler verirken, tanrıçaları tahıl hasadı ve dokumacılıkla görevlendirmesi aslında o günkü toplumsal iş bölümünü ve cinsiyet rollerini yansıtmaktadır.
Ancak her kadın geleneksel rollerle sınırlanmamıştır. Sümerlerde kadın rahipler, kadın müzisyenler ve hatta bazı şehirlerde yönetici konumuna yükselen kadınlar bulunuyordu. Bunu Sümerlerin mizah anlayışından da görebiliyoruz. Bir fıkrada bir adam şöyle yakınır: “Karım tapınakta, annem ırmak kıyısında… Bense burada açlıktan ölüyorum!” Bu şaka, kadınların yalnızca ev içinde değil, tapınaklarda ve toplumsal yaşamda da aktif roller üstlendiğini gösteriyor.
Sümer kadınları, görece özgürlüklerine rağmen, yine de erkek egemen bir toplumda yaşıyorlardı. Ancak onların o gün sahip olduğu haklar, sonraki birçok uygarlıkta hatta binlerce yıl sonra aynı coğrafyadaki kadınların ulaşamayacağı bir noktayı temsil ediyordu.
-
Ziggurat – 𒂍𒉪 (É.GAL)
Sümer kentlerinin siluetini, göğe yükselen devasa zigguratlar şekillendirdi. Bu yapılar yalnızca tapınak değil, aynı zamanda siyasi ve dini otoritenin de simgesiydi. Sümerler, yüzlerce tanrıya tapıyor ve her kent kendi koruyucu tanrısını yüceltiyordu. Bu yüzden her büyük şehirde, hem yönetici, hem de dini lider olan “Lugal” ve rahipler, gökyüzüne uzanan kuleler inşa ettirdi.
Zigguratlar, üst üste dizilmiş platformlar şeklinde yükselerek, piramit benzeri bir yapı oluşturuyordu. En tepede, yalnızca rahiplerin ve seçkinlerin girebildiği, şehrin koruyucu tanrısına adanmış bir tapınak bulunuyordu. Mezopotamya’nın geniş düzlüklerinde, sıcak havada titreyen bir ziggurat görüntüsü kilometrelerce uzaktan bile fark edilebiliyordu.
📌 Kitab-ı Mukaddes’te bahsedilen ve Tanrı’nın müdahalesiyle yarım kaldığı anlatılan ‘başı göğe değen kule’nin, Mezopotamya’daki zigguratlardan birisi, özellikle de Babil’deki Etemenanki Zigguratı’ndan esinlenmiş olabileceği düşünülmektedir.
Peki Mısır piramitleri, Sümer zigguratlarından ilham almış olabilir mi?
Mezopotamya ve Mısır, tarih boyunca ticari ve kültürel etkileşim içinde olmuştur. Ancak, Sümer zigguratlarından sonra inşa edilen Eski Krallık dönemi (MÖ 2700-2200) piramitleri ile Sümerlerin erken dönem zigguratları arasında doğrudan bir bağlantıyı kanıtlayan arkeolojik bir bulgular yoktur. Yine de, MÖ 2650’de inşa edilen Basamaklı Piramit (Zoser Piramidi) ile Sümer zigguratları arasındaki benzerlik dikkat çekicidir ve böyle bir ihtimali mümkün kılmaktadır.
Yine de bu benzerlik, doğrudan bir etkileşimden çok, farklı toplumların, benzer mühendislik çözümleri geliştirmesiyle de açıklanabilir. Çünkü insanlar, daha o dönemde yani 5 bin yıl önce yüksek ve devasa yapılar inşa etmenin dini ve siyasi gücü simgelediğini fark etmişlerdir. Tarih boyunca devasa yapılar özellikle dni olanlar liderlerin ihtişamını sergilemesi ve dini gücünü vurgulaması dışında, toplum üzerindeki otoriteyi pekiştirmek ve halkı kontrol altında tutmak için bilinçli bir strateji olarak kullanılmıştır. O dönemde Mısır Piramitleri ve Zigguratlar, sonradan Roma’daki Pantheon, Bizans’ta Ayasofya, Notre Dame ve Köln Katedrali gibi Orta Çağ Katedralleri, Osmanlı’da Süleymaniye ve Selimiye gibi Selatin Camileri, Sovyetlerde devasa anıtlar bu amaçla inşa edilmişlerdir.
Konuya dönersek zigguratlar kerpiçten yapılmış ve tapınak olarak kullanılmışken, piramitler dayanıklı taş bloklarla inşa edilmiş firavun mezarlarıydı. Yani işlevleri de farklıydı, ancak ikisi de kutsal alanlar olarak görülüyordu.
Özetle, Mısır piramitlerinin Sümer zigguratlarından doğrudan ilham alması muhtemel olsa da kesin bir kanıt yotur. Yine de bu iki büyük uygarlığın benzer dini ve mimari anlayışları geliştirdiği söylenebilir.
Sümer Rahipleri ve Tanrı Heykelleri: Gücün ve İnancın Temsilcileri
Sümer rahipleri, gök hareketlerini gözlemleyerek mevsimlerin değişimini takip eden bir takvim geliştirmişti. Tarıma dayalı bir toplum için bu bilgi hayatiydi; ekim ve hasat zamanlarının doğru belirlenmesi, kıtlıkları önleyebilirdi. Bu durum, rahipleri yalnızca dini değil, aynı zamanda ekonomik ve siyasi açıdan da en güçlü sınıflardan biri haline getirdi. Mevsimleri önceden tahmin edebilmek, onların tanrılarla özel bir bağa sahip olduğu inancını pekiştiriyordu.
Sümer inancına göre tanrılar, tapınaklardaki kutsal heykellerin içinde bulunuyor veya en azından bu heykeller aracılığıyla dünyada varlıklarını gösteriyordu. Bir başka deyişle, bu heykeller tanrıların dünyaya açılan kapıları ve fiziksel temsilleri olarak görülüyordu. Eğer bir düşman şehir, başka bir kentin tapınağından tanrı heykelini çalarsa, bu, o tanrının artık o şehri terk ettiği ve korumasının kalktığı anlamına gelirdi. Bu yüzden Sümerler için tanrı heykelleri sadece dini semboller değil, doğrudan ilahi gücün bir parçasıydı.
Rahipler, bu heykelleri büyük bir özenle yıkar, yağlar, süsler ve hatta onlara yiyecek sunardı. Bu ritüeller, tanrıların memnun edilmesi ve şehirlerini korumaya devam etmeleri için kritik öneme sahipti. Sümerlerin bu inancı, yalnızca kendi uygarlıklarıyla sınırlı kalmadı; Babil, Asur ve Persler gibi sonraki Mezopotamya uygarlıklarını da derinden etkiledi. Hatta, tanrıya adanmış fiziksel semboller ve ritüeller, farklı biçimlerde de olsa sonraki dinlerde bile varlığını sürdürdü. Hristiyanlıkta ikonalar ve aziz tasvirleri, Hinduizm’de tapınaklardaki tanrı heykelleri ve ritüeller, Budizm’de Buda heykelleri ve stupa geleneği, İslam’da Hacerü’l-Esved taşı, Katolik Kiliselerinde aziz heykelleri ve relik tapınımı gibi…
-
Tanrı – 𒀭 (DINGIR)
Sümer mitolojisine göre tanrılar, yalnızca düzeni sağlayan varlıklar değil, aynı zamanda kaprisli ve doğrudan insanlarla etkileşimde bulunan güçlerdi. Onlar, dünyayı kaostan yaratmıştı, ancak bu düzenin sonsuza kadar süreceğinin bir garantisi yoktu. İnsanlar, tanrılar için çalışıyor, tapınaklara adaklar sunuyor, onların dünyadaki düzenini sürdürmesine yardımcı oluyordu. Ancak zamanla bu düzen bozuldu; insanların gürültüsü ve çoğalması, tanrılar için tahammül edilemez hale geldi.
Bu düşüncenin en eski örnekleri arasında Eridu Yaratılış Miti ve Atrahasis Destanı gibi Sümer ve Akad metinleri bulunur. Eridu Yaratılış Miti, evrenin oluşumunu ve insanın yaratılışını anlatırken, düzen ve kaos arasındaki hassas dengeyi vurgular. Atrahasis Destanı ise tanrıların, kontrolsüz insan nüfusuna karşı duyduğu öfkeyi en çarpıcı şekilde yansıtan mitlerden biridir. Destana göre, baştanrı Enlil, insanların taşkınlığını dizginlemek için büyük bir felaket planlar: Tufan. Ancak bilgelik tanrısı Enki, insanlardan biri olan Ziusudra’yı (𒍣𒌓𒋤𒁺 (ZIUD-SUD-RA “uzun günler yaşayan” Akatça versiyonunda Atrahasis adıyla anılıyor) uyararak bir gemi yapmasını söyler. Bu anlatı, daha sonra Gılgamış Destanı’ndaki Utnapiştim ve Kitab-ı Mukaddes’teki Nuh Tufanı efsanelerine de ilham vermiştir.
Bu tür tufan mitleri, yalnızca Mezopotamya’da değil, dünyanın dört bir yanında benzer temalarla karşımıza çıkar. Yahudi-Hristiyan geleneğinde Nuh Tufanı, insanların ahlaki yozlaşması nedeniyle Tanrı’nın büyük bir felaket göndermesiyle gelişir. Yunan mitolojisinde ise Zeus, insan soyunun yozlaşmasına karşı Deukalion ve Pyrrha dışında herkesi yok eden bir tufan gönderir. Hindu mitolojisinde, Vişnu’nun Matsya formu, Bilge Manu’yu tufandan kurtarırken, Mezoamerikan mitolojisinde Azteklerin Beş Güneş Efsanesi, insanlığın dört kez felaketlerle yok edildiğini ve her çağın sonunda yeni bir düzenin kurulduğunu anlatır. İskandinav mitolojisindeki Ragnarok ise tufan yerine ateş ve savaşın getirdiği bir kıyameti tasvir eder.
Tüm bu anlatılar, insanın doğası, düzen ve kaos arasındaki mücadele, tanrılarla olan ilişki ve büyük felaketlerin ardından gelen yeniden doğuş temalarını paylaşır. Peki, bu mitler sadece hayal gücünün bir ürünü müydü, yoksa geçmişte yaşanan büyük çevresel felaketlerin, kültürel hafızadaki yankıları mı? Belki de tufan mitleri, insanlığın hem doğaya hem de kendi yarattığı düzene karşı verdiği kadim mücadelenin birer yansımasıdır.
Bu mitlerin ortak noktası, tanrıların başlangıçta insanlara düzen getirdiği, ancak zamanla insanların yozlaşması ya da tanrılara rahatsızlık vermesi nedeniyle, büyük bir felaketle yok edilmeleridir. Ne var ki, bu yıkımların ardından her zaman bir umut ışığı belirir—birkaç kişi hayatta kalır ve insanlık yeniden doğar. Bu anlatılar, sadece felaket hikâyeleri değil, aynı zamanda insanın doğasına, ahlaki çöküşe ve yeniden doğuşa dair kadim toplumların derin yorumlarıdır.
Psikolog Carl Gustav Jung’un “arketip” kavramı, bu ortak mitlerin kökenine dair önemli bir açıklama sunar. Jung’a göre, insan zihninde, nesiller boyunca aktarılan, kolektif bilinçdışı imgeler vardır. Farklı kültürler, benzer çevresel ve toplumsal koşullar altında, benzer mitleri ve arketipleri üretir. Büyük doğal felaketler—sel, deprem, volkanik patlamalar—eski insanlar tarafından tanrıların gazabı olarak algılanmış ve birbirinden bağımsız toplumlarda ortak anlatılar doğmuştur.
Ancak psikolojinin ötesinde, tufan mitlerinin gerçek tarihsel olaylara dayandığını öne süren başka teoriler de vardır. Bunlardan en dikkat çekeni, Neolitik Çağ’daki büyük çevresel değişimlere bağlanan Karadeniz Tufanı Hipotezi’dir. MÖ 5600 civarında Karadeniz’in aniden taşarak, çevresindeki geniş kara parçalarını sular altında bırakmış olabileceği ve bu olayın Mezopotamya, Anadolu ve Avrupa’daki tufan mitlerine ilham verdiği öne sürülmüştür.
İster kolektif bilinçdışının bir yansıması, ister tarihsel bir felaketin unutulmaz yankısı olsun, tufan mitleri binlerce yıl boyunca, insanlığın hafızasında silinmez izler bırakmıştır. Belki de bu yüzden, eski çağlardan günümüze kadar insanlık, her felaketin ardından yeniden ayağa kalkmayı ve küllerinden doğmayı başarmıştır.
-
Yazı – dub” (𒁾)
Düşünün… Binlerce yıl önce, Mezopotamya’nın topraklarında bir tüccar, sahip olduğu malları, çalışanlarını ve ticaret kayıtlarını bir şekilde not etmek istiyor. Ama ortada ne kâğıt var ne de mürekkep! Peki, insanlar ilk yazıyı nasıl keşfetti?
Sümerler, çevrelerinde bolca bulunan ıslak kili kullanarak küçük tabletler yapmaya başladılar. Önceleri, bu tabletler basit muhasebe kayıtlarını tutmak içindi. Eşekler, arpa çuvalları, bira testileri, köleler… Hepsi kazınmış işaretlerle anlatılıyordu. Ancak zamanla yazıcılar, sadece nesneleri değil, fikirleri ve sesleri de kaydetmenin yollarını buldu.
Örneğin, Sümercede dağ anlamına gelen işaret üç yarım daireydi. Kadını simgeleyen işaret ise ters çevrilmiş bir üçgendi. Peki, bu iki sembol bir araya gelince ne oldu? “Dağ kadını” yani “köle kadın” anlamı doğdu. Sümerler, genellikle köleleri doğudaki dağlık bölgelerden getiriyordu, bu yüzden bu kavram çok yaygındı.
Yazıcılar, bu işaretleri bataklıklarda yetişen sazlarla kile kazıyordu. Ancak basit bir keşif, yazının evrimini tamamen değiştirdi: Eğer sazın ucunu açılı kesip kile bastırırsanız, üçgen şeklinde bir iz bırakıyordu. İşte bu, bildiğimiz çivi yazısının başlangıcıydı! Fırınlanan bu tabletler kalıcı hale gelince, tarihin ilk yazılı belgeleri ortaya çıktı.
Başlangıçta çizimler ayrıntılıyken, zamanla daha basitleştirildi ve semboller neredeyse tanınmaz hale geldi. Ama bu basitleştirme, yazıyı hızlandırdı ve sistematik hale getirdi. Sümer yazısı yalnızca nesneleri değil, sesleri de temsil etmeye başladı. Örneğin “ha” sesi, hem “balık” hem de “-ebilmek” anlamına gelebiliyordu. Sümerler bu benzerliği fark etti ve balık sembolünü “-ebilmek” anlamında da kullanmaya başladılar.
Bu basit ama dahiyane sistem, yazının sadece ticaret için değil, tarih, hukuk, edebiyat ve bilim için de kullanılmasına olanak sağladı. Bu dönüşüm, kahramanlık, ölüm ve ölümsüzlük üzerine derin felsefi düşünceler içeren Gılgamış Destanı gibi edebi eserlerin bile yazıya geçirilmesini sağladıyordu. Zamanla bu yazı sistemi, Mezopotamya’dan Mısır’a, Anadolu’ya ve İran‘a yayıldı,
Bugün kullandığımız alfabelerin kökeni, bu ilk çivi yazısı sistemine dayanıyor. Sümerlerin keşfettiği sembol-ses ilişkisi, Fenike alfabesiyle şekillendi, Yunanlılarla harf haline geldi ve nihayet Latince aracılığıyla modern dillerimize ulaştı.
Yani, cep telefonunuzdaki mesajlardan, okuduğunuz kitaplara kadar yazının icadı, Sümerlerin kil tabletlerine kesik saz parçalarıyla kazıdığı o ilk işaretlere dayanıyor!
Peki sizce, ilk yazıyı bulan Sümer yazıcıları, binlerce yıl sonra insanlığın bu kadar ileri bir iletişim sistemine ulaşacağını hayal edebilir miydi?
Devamı (2. Bölüm): Sümerler: Tarihi Yeniden Yazdıran Uygarlık (2)