Çernobil Felaketi, Sovyetler’in Çöküşü ve Ukrayna’nın Bağımsızlığı (4)
26 Nisan 1986 tarihinde, Pripyat yakınlarındaki Çernobil Nükleer Santrali’nde bir reaktör patladı. Bu patlama yalnızca çevreye değil, Sovyetler Birliği’nin meşruiyetine de büyük bir darbe vurdu. Felaketin ardından Moskova yönetimi, durumu günlerce kamuoyundan gizledi. Radyasyon yayılırken, binlerce insan olağan yaşamını sürdürmeye zorlandı. Çocuklar açık hava etkinliklerine gönderildi, köylerde düğünler yapıldı, tarımsal faaliyetler durdurulmadı.
Ukrayna halkı, kendi toprağında, kendi devletinin ihmaline maruz kaldı. On binlerce insan yüksek radyasyona karşı korunmasız kaldı. Bu olay, Sovyet sisteminin sadece teknik olarak değil, ahlaki ve siyasi olarak da çökmekte olduğunu açık biçimde gösterdi.
Çernobil, sadece bir nükleer reaktörün değil, tüm bir sistemin patlamasıydı. Mutlak kontrol, sansür ve otoriter yönetim anlayışı; radyoaktif rüzgârlarla birlikte dağılmaya başladı. Halk artık susmuyordu. Sessizlik yerini sorgulamaya, kuşkuya ve arayışa bıraktı. Bu da 1991’deki bağımsızlık ilanına giden süreci hızlandırdı.
https://www.youtube.com/watch?v=ZzUFwDA3rn0
Sovyetler’in Çöküşü ve Ukrayna’nın Bağımsızlığı
1980’lerin sonuna gelindiğinde Sovyetler Birliği’nde çözülme belirtileri açıkça görülmeye başladı. Mihail Gorbaçov’un Glasnost (açıklık) ve Perestroyka (yeniden yapılanma) politikaları, sistemin katı yapısını sarsıyor, reformlar ise beklenen etkiyi yaratamıyordu. Ekonomik krizler ve siyasi çözülmeler derinleştikçe Sovyetler Birliği çöküşe doğru ilerliyordu.
Bu dönemde Ukrayna’da Rukh adlı Halk Hareketi öncülüğünde kitlesel bağımsızlık çağrıları yükseldi. Üniversiteler, tiyatrolar, radyolar ve sokaklar Ukrayna dili ve kimliğiyle yeniden canlandı. Gorbaçov, Ukrayna’yı Sovyet sonrası dönemde gevşek yapılı, Moskova merkezli bir konfederasyon içinde tutmayı umuyordu. Ancak tarihin akışını engelleyecek gücü yoktu.
24 Ağustos 1991’de Ukrayna bağımsızlığını ilan etti. Aynı yıl yapılan referandumda halkın %90’dan fazlası bu kararı destekledi. SSCB’nin dağılmasıyla Ukrayna’nın yanı sıra 14 cumhuriyet daha bağımsız devletler olarak dünya sahnesine çıktı.
Ancak bu yeni devletlerin çoğu;
- Daha önce bağımsız bir devlet geleneğine sahip değildi,
- Siyasal ve ekonomik kurumları zayıftı,
- Toplumsal yapıları kozmopolitti,
- Ve Rusya ile sıkı ekonomik, kültürel ve askeri bağlar içindeydi.
Bu nedenlerle, bölgede ciddi sorunlar ortaya çıktı. Soğuk Savaş’ın sona ermesi, umut edilen barış merkezli yeni bir dünya düzenine kapı aralamadı. Aksine, ABD ve NATO’nun öncülüğünde tek kutuplu bir düzen kuruldu ve bu düzen, askeri ve siyasi müdahalelerle desteklenmeye başlandı.
ABD’nin bu süreçteki müdahalelerinden bazıları:
- 1990’da Çekoslovakya seçimlerine etki ederek ülkenin dağılma sürecine katkıda bulunması,
- 2000’de Yugoslavya seçimlerine müdahalesi,
- 2003 Irak işgaliyle büyük bir göç ve istikrarsızlığa yol açması,
- 2003 Gürcistan’daki Gül Devrimi’ni destekleyerek ülkeyi Rusya’dan uzaklaştırmaya çalışması,
- 2004 Ukrayna seçimlerine etkisiyle Batı yanlısı yönetimin iş başına gelmesi ki ABD merkezli USAID, National Endowment for Democracy (NED), Freedom House, Open Society Foundations gibi kurumlar, Ukrayna’daki medya kuruluşları, seçim gözlemcileri ve STK’lara ciddi fon sağlamış, ABD’nin doğrudan olmasa da dolaylı ve stratejik katkısı Rusya tarafından “renkli devrim mühendisliği” olarak eleştirilmiştir.
- 2011’de Arap Baharı sürecine doğrudan ya da dolaylı katkıları…
Bu gelişmeler, ABD’nin küresel çıkarlarını koruma stratejisinin bir parçasıydı. Aynı paralelde NATO da doğuya doğru genişleme eğilimini sürdürdü.
Oysa Rusya, 1993’te ilan ettiği Yakın Çevre Doktrini ile, sınır komşularının Rusya ile ekonomik, siyasi ve askeri entegrasyon içinde olmasını güvenlik politikalarının temeli olarak görüyordu. Dolayısıyla ABD ve NATO’nun yayılmacı politikaları, Moskova’nın güvenlik algısını doğrudan tehdit ediyor ve yeni çatışma zeminleri yaratıyordu. Bugün yaşanan Rusya-Ukrayna savaşı da bu tarihsel ve jeopolitik bağlamdan ayrı düşünülmemelidir.
Hafızalar Savaşı: Ukrayna Kimliği ve Bandera Tartışması
Bağımsızlık sonrasında Ukrayna’da yalnızca siyasal kurumlar değil, toplumsal hafıza da yeniden şekillendi. Sovyet döneminde ‘faşist‘ ya da ‘işbirlikçi‘ olarak damgalanan Ukrayna İsyan Ordusu (UPA) ve lideri Stepan Bandera, özellikle Batı Ukrayna’da bazı çevrelerce bağımsızlık mücadelesinin sembolü haline getirildi. Bu çerçevede anıtlar dikildi, UPA Günü resmî takvime alındı ve bu figürler eğitim müfredatında yer buldu. Bu hafıza politikaları özellikle Batı Ukrayna’da yoğun destek görürken, Rus etkisinin güçlü olduğu Doğu ve Güney bölgelerde tartışmaları beraberinde getirdi. Bu durum, ülkede bölgesel kutuplaşmaları derinleştirdi.
Moskova ise Bandera’nın anılmasını açık bir tehdit olarak değerlendirdi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Bandera’yı“Nazilerle iş birliği yapan birisi” olarak nitelendiriyordu. Bu söylem, 2014’te Kırım’ın ilhakı ve Donbas’taki çatışmalarda Kremlin’in temel propagandası hâline geldi:
“Ukrayna’da Nazi sempatizanları iktidarda… UPA zihniyeti, Rusça konuşan halkı tehdit ediyor.”
Ancak bu konuda yalnızca Rusya değil, bazı Batılı ülkeler de endişelerini dile getirmişti. Polonya Başbakanı Mateusz Morawiecki, 2018’de Bandera anmalarına açıkça karşı çıktı ve 1943’te UPA tarafından gerçekleştirilen Volin Katliamı’nı hatırlattı. Polonya parlamentosu ise 2016’da bu olayı “soykırım” olarak tanımıştır.
Bugün Ukrayna’da Bandera, kimileri için özgürlük savaşçısı; kimileri içinse geçmişin karanlık bir sembolü. Bu nedenle savaş yalnızca silahlarla değil, aynı zamanda hafızalar üzerinden de sürüyor. Holodomor, UPA, Çernobil, Lenin heykelleri, değişen sokak isimleri… Tüm bunlar, Ukrayna’nın kimliğini yeniden tanımlama çabasının parçaları.
Rus Entelijansiyasının Gözünden Ukrayna
Sovyetler’in dağılmasının ardından birçok Rus siyasetçi ve entelektüel için Ukrayna’nın bağımsızlığı hâlâ kabul edilmesi zor bir gerçekti. Bu görüşü en açık şekilde dile getirenlerden biri, 1970’te Nobel Edebiyat Ödülü kazanan, 1974’te ise rejim karşıtı görüşleri nedeniyle Sovyetler tarafından sınır dışı edilen ve ancak 1990’larda Rusya’ya dönen ünlü yazar Aleksandr Soljenitsin’di.
Soljenitsin’e göre Ukraynalılar ayrı bir halk değil, Rusya’nın tarihsel parçasıydı. Ona göre Ukrayna kimliği, Batı tarafından uydurulmuş yapay bir oluşumdu. Ukrayna dili içinse, “Almanca ve Lehçe kelimelerle dolu, Avusturya-Macaristan imalatı çarpıtılmış bir ağız” diyordu.
Soljenitsin, Ukrayna’nın bağımsızlığını bir “felaket” olarak görüyor ve şu öneride bulunuyordu:
Rusya, Belarus, Ukrayna ve Kuzey Kazakistan birleşmeli; geri kalan cumhuriyetler ayrılabilir.
Bu düşünceler, sadece entelektüel bir nostaljinin ürünü değil; bugünkü Rus dış politikasının da temel referanslarından biri hâline geldi. Vladimir Putin de Ukrayna’yı bağımsız bir devletten çok, “kaybedilmiş bir parça” olarak görüyor. Daha öncede değindiğim gibi Putin’e göre Batı dünyası, NATO ve Avrupa Birliği, Ukrayna milliyetçiliğini kullanarak Rusya ile tarihsel bağlarını koparmaya çalışıyor. Nitekim 21 Şubat 2022’deki konuşmasında şu ifadeleri kullanmıştı:
“Ukrayna, Lenin’in bir icadıdır. Gerçek bir devlet geleneği yoktur. Sovyetler tarafından yaratılmıştır.”
Bu açıklamalar, sadece askeri müdahalenin değil; tarihsel anlatıların, kimlik politikalarının ve jeopolitik çıkarların da savaşın arka planını oluşturduğunu gösteriyor.
Sovyetler’in Çöküşünden Ukrayna Savaşı’na: Adım Adım Gerilim Süreci
1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bağımsızlığını kazanan Ukrayna, etnik ve tarihsel bağlarına rağmen Rusya ile asimetrik bir ilişki sürdürdü. Kendi kaderini tayin etme çabası içinde olan Ukrayna, Batı’ya entegrasyon politikaları benimsedikçe Moskova ile olan ilişkileri giderek gerildi. Eski Sovyet mirası olan sınırlar, askeri varlıklar ve limanlar gibi stratejik meseleler, bu gerilimin temel unsurlarını oluşturdu.
Ukrayna nüfusunun büyük çoğunluğu Ukraynalılardan oluşsa da ülkenin doğusu ve güneyinde (özellikle Kırım’da) önemli bir Rus ve Tatar nüfus yaşamaktadır. Bu durum, ülkenin doğu-batı yönelimli siyasi ayrışmasında etnik zemine dayalı bir kırılganlık yaratmıştır. 1994’te ilan edilen Avrupa’ya entegrasyon hedefi, Ukrayna’nın dış politikasını Batı’ya yöneltti. Ancak bu yönelim, Rusya’nın stratejik çıkarlarıyla doğrudan çelişiyordu.
Rusya’nın Ukrayna üzerindeki ilgisinin pek çok nedeni vardır: Ülkenin Avrupa ile Rusya arasında bir köprü olması, enerji nakil hatlarının geçiş noktası olması, tarımsal üretim kapasitesi, zengin doğal kaynakları ve Karadeniz’e açılan stratejik limanlara sahip olması gibi. Ukrayna aynı zamanda, Rusya’nın NATO ile arasında tampon bir bölge olarak gördüğü jeopolitik bir öneme sahiptir.
Putin Dönemi: Güç Konsolidasyonu ve Yeni Strateji
1990’ların başında, Yeltsin’in “alabildiğiniz kadar özerklik alın” politikasıyla dağılan merkezî güç yapısı, Vladimir Putin’in 2000’de iktidara gelmesiyle tersine döndü. Putin, Rusya’yı yeniden küresel bir güç haline getirme vaadiyle iktidara geldi ve eski Sovyet coğrafyasını Moskova’nın etki alanına geri çekme stratejisini benimsedi. Bu politika özellikle Batı’ya yönelen Ukrayna gibi ülkeler için ciddi bir tehdit oluşturdu.
Gürcistan Müdahalesi: Prova Niteliğinde Bir Kriz
2003’teki Gül Devrimi sonrası Batı yanlısı lider Saakaşvili’nin iktidara geldiği Gürcistan, NATO ve AB ile yakınlaşma sürecine girdi. Bu gelişmeler Moskova’yı rahatsız etti. 2008’de Gürcistan’ın Güney Osetya’ya askeri operasyonu sonrası, Rusya bölgeye müdahale etti; Abhazya da çatışmaya dahil oldu. Rusya, her iki bölgenin bağımsızlığını tanıdı. Batı ise bu müdahaleye sınırlı ekonomik yaptırımlar ve diplomatik açıklamalarla karşılık verdi.
Bu kriz, Rusya’nın yakın çevresindeki ülkelerin Batı ile yakınlaşmalarına karşı nasıl reaksiyon göstereceğini gösteren ilk örnekti. Gürcistan örneği, Rusya’nın uluslararası hukuku ihlal etme eşiğini test ettiği ve ciddi yaptırımlar görmeden sonuç alabildiği bir “ön prova“ydı. Bu durum ileride Kırım ve Ukrayna müdahalelerinin önünü açmıştır.
Kırım’ın İlhakı: Stratejik Bir Hamle
Kırım, 1954’te Sovyetler döneminde Ukrayna’ya bağlanmış, 1991 sonrası ise Ukrayna’ya bağlı Özerk Cumhuriyet statüsü kazanmıştı. Ancak Kırım’daki Rus nüfusun yoğunluğu ve Rusya’nın burada konuşlanmış Karadeniz Donanması, bölgeyi Moskova için hayati kılıyordu. Özellikle Sivastopol limanı, Rusya’nın sıcak denizlere açılan tek çıkış kapısı olarak stratejik bir önem taşımaktaydı.
2014 yılında Ukrayna’da Batı yanlısı bir hükümetin iş başına gelmesinin ardından Rusya, Kırım’ı işgal ederek fiilen topraklarına kattı. Yapılan tartışmalı referandum sonrası Kırım’ın Rusya’ya bağlanması, uluslararası hukuka aykırı olsa da Rusya tarafından meşrulaştırıldı. Batı dünyasının tepkisi ise yine sınırlı ekonomik yaptırımlarla sınırlı kaldı.
Gürcistan ve Kırım örnekleri, Rusya’nın “yakın çevre doktrini” uyarınca hareket ettiğini ve bu ülkelerin Batı ile entegrasyon girişimlerine karşı hem siyasi hem askeri yöntemlerle karşılık vereceğini ortaya koymuştur. Bu senaryo şu şekilde özetlenebilir:
- Komşu ülke Batı ile yakınlaşır.
- Rusya, ekonomik ve diplomatik baskı uygular.
- Ülkedeki etnik bir bölge bağımsızlık talep eder.
- Rusya bu bölgeyi tanır ve askeri müdahalede bulunur.
Ukrayna krizi bu şablonun yeni bir uygulamasıdır. Ancak bu kez olayın çapı çok daha büyük ve sonuçları yalnızca bölgesel değil, küresel düzeyde bir krize dönüşmektedir.
Turuncu Devrim
2004 yılında Ukrayna halkı, sadece bir cumhurbaşkanı değil, ülkenin jeopolitik yönelimini de belirlemek üzere sandık başına gitti. Yarışın iki güçlü adayı vardı: Kremlin’in desteklediği Viktor Yanukoviç ve Batı yanlısı, reformcu Viktor Yuşçenko.
Seçim süreci, ciddi usulsüzlük ve hile iddialarıyla gölgelendi. Bu durum, halkın tepkisine yol açtı. Kiev’in merkezindeki Bağımsızlık Meydanı’nda on binlerce kişi “adil seçim” ve “demokrasi” talepleriyle toplandı. Bu barışçıl direniş, “Turuncu Devrim” olarak adlandırıldı; turuncu renk, Yuşçenko’nun kampanya sembolüydü ama kısa sürede özgürlük ve halk iradesinin simgesine dönüştü.
Uluslararası gözlemciler, seçimlerde ciddi usulsüzlükler tespit edince Anayasa Mahkemesi seçimleri iptal etti. Yenilenen seçimleri bu kez Yuşçenko kazandı. Böylece Ukrayna, tarihinde ilk kez halkın doğrudan kitlesel eylemiyle siyasi yönünü değiştirmiş oldu. Bu süreçte Avrupa ile entegrasyon umutları yeşerdi.
Ancak umutlar kısa sürdü. Yuşçenko hükümeti, vaat ettiği reformları uygulamakta zorlandı. Siyasi bölünmeler, ekonomik kriz ve yolsuzluk iddiaları halkın beklentilerini boşa çıkardı. Bu arada Yuşçenko, Ukrayna dili ve kültürünü öne çıkararak Holodomor’u bir “soykırım” olarak uluslararası gündeme taşıdı. NATO üyeliği için de ilk adımları attı.
Moskova ise bu gelişmelerden rahatsızdı. 2006 ve 2009’da Ukrayna’ya doğalgaz sevkiyatını keserek baskı kurmaya çalıştı. Bu ekonomik müdahaleler, Ukrayna’nın enerji güvenliğini bir dış politika sorunu hâline getirdi.
2010 seçimlerinde Viktor Yanukoviç yeniden iktidara geldi. Bu kez seçimler görece şeffaf ve demokratikti. Kremlin, bu durumu Ukrayna üzerindeki etkisini artırmak için bir fırsat olarak değerlendirdi. Ancak Yanukoviç, Avrupa Birliği ile Serbest Ticaret Anlaşması imzalamak istedi. Bu adım, ülkeyi Avrupa’nın ekonomik ve hukuki sistemine entegre edecekti.
Putin ise Ukrayna’yı Avrasya Ekonomik Birliği’ne katmak istiyordu. Bu birlik, Sovyet sonrası coğrafyada Rusya’nın nüfuzunu yeniden tesis etme projesiydi. Bu iki yönelim arasındaki çelişki, Ukrayna’nın kaderi açısından belirleyici hâle geldi.
Putin’in baskısı sonucunda Yanukoviç, AB ile yapılacak anlaşmadan son anda vazgeçti. Bu karar, özellikle gençler arasında büyük bir öfkeye yol açtı. Kasım 2013’te Kiev’de başlayan protestolar kısa sürede kitlesel bir harekete dönüştü. Göstericiler Avrupa Birliği bayrakları taşıyor, “Geleceğimiz Brüksel’dedir” diyordu.
Bu kez direnişin adı “Euromaidan” oldu. “Euro”, Avrupa’ya yönelimi; “Maidan” ise Kiev’in merkez meydanını simgeliyordu. Euromaidan, yalnızca dış politika tercihi değil; aynı zamanda yolsuzluk, otoriterlik ve keyfi yönetime karşı geniş bir halk tepkisiydi.
Hükümetin protestolara güvenlik güçleriyle müdahalesi gösterileri bastırmak yerine büyüttü. Gösteriler ülke geneline yayıldı; bazı doğu şehirlerinde halk Lenin ve Rus generallerine ait heykelleri yıktı. Bu semboller artık Sovyet geçmişinin baskısını temsil ediyordu.
Şubat 2014’te, Yanukoviç ülkeyi terk ederek Rusya’ya sığındı. Bu ani gelişme siyasi boşluk yarattı. Geçici bir hükümet kuruldu ve Mayıs ayında yapılan seçimleri Batı yanlısı Petro Poroşenko kazandı. Poroşenko, Avrupa Birliği ile ortaklık anlaşmasını imzalayarak ülkenin Avrupa rotasını kesinleştirdi.
Aynı yıl Rusya, Kırım’ı ilhak etti. Bu adım, Rusya-Ukrayna ilişkilerini kopma noktasına getirdi. Ardından Donetsk ve Lugansk bölgelerinde Rusya destekli ayrılıkçı hareketler ortaya çıktı. 2014’ten 2022’ye kadar süren bu çatışmalar, 24 Şubat 2022’de Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik topyekûn askeri saldırısına zemin hazırladı.
Güney Osetya (2008) ve Kırım (2014) müdahaleleriyle Rusya, yakın çevresinde Batı etkisini sınırlamaya yönelik bir güvenlik çemberi oluşturma stratejisini açıkça ortaya koydu. Ukrayna’nın Avrupa Birliği ve NATO ile ilişkilerini geliştirme çabası ise bu stratejiyi doğrudan tehdit eden bir unsur olarak görüldü. Batı’nın bu sürece verdiği destek, Moskova’nın daha agresif politikalar izlemesine yol açtı.
Kırım’ın ilhakı ve Donbas’ta ayrılıkçı hareketlerin desteklenmesi, sadece bir toprak meselesi değil, Ukrayna için bir kimlik krizinin eşiği oldu. 2014 sonrası seçimlerde halk, sandıkta sadece bir siyasi tercih değil, ulusal bir duruş sergiledi. Hem Petro Poroşenko hem de Volodimir Zelenski, sadece Batı yanlısı bölgelerden değil, eskiden Rusya’ya yakın doğu ve güney bölgelerden de geniş destek aldı.
Dönüşüm sadece siyasi değil, aynı zamanda dini alanda da yaşandı. Sovyetler sonrası Ukrayna’da Ortodoksların büyük kısmı Moskova Patrikhanesi‘ne bağlıydı. Ancak zamanla Kiev merkezli yeni Ortodoks Kilisesi halktan daha fazla destek görmeye başladı. 2018’de İstanbul’daki Fener Rum Patriği, Kiev merkezli kiliseyi resmen tanıyarak ona bağımsızlık verdi. Bu adım Moskova’da büyük öfkeye yol açtı, ancak Ukrayna’nın dinî ve kültürel bağımsızlaşmasının da sembolü oldu.
Bugün Ukrayna halkı yalnızca geçmişle değil, gelecekle de bir hesaplaşma içinde. 4 Ocak 2025’te Kiev Uluslararası Sosyoloji Enstitüsü tarafından yapılan ankete göre Avrupa Birliği üyeliğine destek %68’e, NATO üyeliğine ise %60’ın üzerine çıktı. Bu oranlar, halkın sadece coğrafi değil, zihinsel ve kültürel olarak da Batı’ya yöneldiğini gösteriyor…
Ukrayna’nın liderleri –Poroşenko’dan Zelenski’ye– savaşın gölgesinde iktidara geldiler, ancak ortak vizyonları aynıydı: Avrupa’yla daha güçlü bağlar, Batı güvenlik mimarisiyle entegrasyon ve bağımsız bir kimlik inşası.
Nükleer silahsızlanma
Ancak bu tarihsel dönüşüm, 1990’lara uzanan bir tercihin gölgesinde yaşanıyor: Nükleer silahsızlanma.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Ukrayna, dünyanın en büyük üçüncü nükleer silah envanterine sahipti. 1994 Budapeşte Mutabakatı kapsamında Ukrayna, bu silahları Rusya’ya devretti. Karşılığında ABD, İngiltere ve Rusya; Ukrayna’nın egemenliğine, sınırlarına ve güvenliğine saygı göstereceklerini taahhüt ettiler.
Ancak bu karar içeride tartışmalıydı. Eski komutanlar ve bazı politikacılar, en azından caydırıcılık için sınırlı sayıda başlığın elde tutulması gerektiğini savundu. Amerikalı stratejist John J. Mearsheimer ise 1993’te yayımladığı makalede açıkça şunu yazdı:
“Eğer Ukrayna barış istiyorsa, nükleer silahlarını elinde tutmalıdır.”
Kiev yönetimi ise silahsızlanma karşılığında uluslararası garanti almayı ve küresel sisteme entegre olmayı seçti. 1996’da son nükleer başlık da Ukrayna’dan çıkarıldı. Ancak 2014’te Rusya, Kırım’ı ilhak ettiğinde bu garantiler işlevsiz kaldı. Vladimir Putin, Budapeşte Mutabakatı’nın artık geçerli olmadığını ilan etti.
Bu gelişmeler, Ukrayna’da güvenlik anlayışını kökten değiştirdi. Aynı yıl parlamentoya, nükleer silahların yeniden kazanılmasına yönelik yasa tasarısı sunuldu. Kamuoyu yoklamalarında bu fikre destek %50’ye yaklaştı. Ukrayna’nın eski Dışişleri Bakanı Volodymyr Ohryzko, “Artık nükleer statümüzü yeniden kurma hakkımız var” dedi.
Ve bugün…
Rusya’nın Ukrayna’ya açtığı savaşta nükleer tehdit tekrar gündemde. Kremlin, gerekirse nükleer silah kullanımını artık açıkça dillendiriyor. Bu da 1990’larda alınan silahsızlanma kararını tarihsel bir soruya dönüştürüyor:
- Ukrayna hata mı yaptı?
- Uluslararası garantiler kâğıt üzerinde mi kaldı?
- Silahsızlanmayı seçen ülkeler yalnız mı bırakılıyor?
Bu sorular sadece Ukrayna’nın değil, gelecekte benzer tercihler yapmak zorunda kalacak tüm ülkelerin sınavı. Ve bugün dünya, bu sınavda sınıfta kalmış görünüyor.
Yazının Devamı/Tamamı
(1) Rusya-Ukrayna Savaşı: Kimlik, Tarih ve Çatışma
(2) Ukrayna Kimliğinin Doğuşu
(3) Holodomor ve Lebensraum
(4) Çernobil Felaketi, Sovyetler’in Çöküşü ve Ukrayna’nın Bağımsızlığı
(5) 2022 Rusya–Ukrayna Savaşı ve Kaynakça