Güncel Yazılar

Papa Neden İznik’e Geliyor? | 1700 Yıllık Konsil, İnanç Krizi ve Göl Altındaki Sır

Papa Neden İznik’e Geliyor? | 1700 Yıllık Konsil, İnanç Krizi ve Göl Altındaki Sır… Bugün sessiz ve sakin bir Anadolu kasabası olan İznik’in adını duyduğunuzda, aklınıza belki de ilk olarak zarif Osmanlı çinileri gelir. Özellikle Kanuni Sultan Süleyman döneminde altın çağını yaşayan bu çiniler, Mimar Sinan’ın başyapıtları olan Süleymaniye Camii, Rüstem Paşa Camii ve Selimiye Camii gibi büyük eserlerde yerlerini almış; İznik’i, dünya çini sanatının kalbine yerleştirmiştir. Ancak zamanla, 17. yüzyılın sonlarına doğru bu parlak sanat geleneği İznik’te sönmüş ve çini üretiminin merkezi Kütahya’ya kaymıştı.

Oysa İznik’in tarihi yalnızca çinileriyle sınırlı değildir. Biz bugün, zamanın izlerini biraz daha geriye, yaklaşık 1700 yıl öncesine süreceğiz. Çünkü bu küçük Anadolu kasabası, o dönem de tüm Hristiyan dünyasını derinden sarsan ve onun inanç haritasını yeniden şekillendiren büyük bir olayın merkezinde yer almıştı.

İznik, milattan sonra 325 yılında toplanan ve Hristiyanlık tarihinde bir dönüm noktası kabul edilen Birinci Konsile ev sahipliği yaptı. Bu toplantı sadece bir inanç meselesi değil; Roma İmparatorluğu’nun siyaseti, teolojik tartışmalar ve din ve devlet arasındaki denge açısından tarihsel bir dönüm noktasıydı.

Son günlerde İznik, hiç olmadığı kadar sık biçimde uluslararası ve yerel medyada anılmaya başlandı. Çünkü geçtiğimiz ay hayatını kaybeden Katolik dünyasının ruhani lideri Papa Francis’in, görevden önceki vasiyetinde İznik’e özel bir vurgu yaptığı öğrenildi. Papa’nın, yerine geçecek kişiye “Mutlaka İznik’e gitsin” dediği iddiası, dikkatleri yeniden bu kadim kente çevirdi. 26 Mayıs’ta burada düzenlenmesi planlanan ve Hristiyan dünyası açısından yüksek sembolik öneme sahip törenin, Papa’nın ölümüyle birlikte belirsizliğe sürüklenmesi bu ilgiyi daha da artırdı. Yeni seçilen Papa XIV. Leo’nun ise önümüzdeki günlerde Türkiye’yi ve özellikle İznik’i ziyaret etmesi bekleniyor.

Türkiye’de, genel olarak İslam dışındaki dinlere yönelik ilgimiz sınırlı olduğu için bu gelişmeler kamuoyunda geniş yankı bulmamış olabilir. Ancak, bugünkü İznik topraklarında bir zamanlar yapılan ve sonuçları itibarıyla Hristiyanlık tarihinin belki de en belirleyici toplantısı olan Birinci İznik Konsili, yalnızca bir inanç tartışması değil, aynı zamanda din ile seküler otorite arasındaki tarihsel iş birliğinin başlangıç noktalarından biri olarak kabul edilir.

Bu programda sizi 4. yüzyılın başına, yaklaşık 300 piskoposun bir araya geldiği bu çalkantılı döneme götüreceğim. Konsilin toplanma nedenlerini, onu bizzat organize eden Roma İmparatoru I. Konstantin’in rolünü, Hristiyan inancının temel metinlerinden biri olan İznik İnanç Bildirgesi‘nin nasıl ortaya çıktığını birlikte inceleyeceğiz.

Ayrıca, İznik’in tarihsel ve stratejik önemine, 2014 yılında keşfedilen ve göl sularının altında kalan 4. yüzyıl bazilikasına, farklı Hristiyan mezhepleri arasındaki diyalog çabalarına, Papa’nın İznik ziyareti vasiyetinin sembolik anlamına değineceğiz.

Ayrıca popüler kültürde sıkça dile getirilen “İncil burada yani İznik Konsilinde yazıldı” gibi efsaneleri bilimsel verilerle değerlendirerek bu söylemlerin arka planını sorgulayacak; Papa Francis’in vasiyetinin olası anlamlarını ve yeni Papa’nın ziyaretinin hem teolojik hem politik düzeyde taşıdığı mesajları tartışacağız.

İznik Konsili

Hristiyanlık tarihinin dönüm noktalarından biri, 325 yılında bugünkü İznik’te toplanan Birinci İznik Konsili’dir. Konsil kelimesi, Hristiyan dünyasında inanç esaslarının, kilise örgütlenmesinin ve dini disiplinin tartışıldığı yüksek düzeyli toplantılar için kullanılır. Ancak her konsil, “evrensel” yani ekümenik olarak kabul edilmez. Katolik geleneğinde bunun için Papa’nın hem toplantı için çağrı yapması hem de alınan kararları onaylaması gerekir. Oysa Birinci İznik Konsili, bu açıdan oldukça sıra dışıdır. Zira toplantıyı bir Papa değil, dönemin Roma İmparatoru Konstantin düzenlemiştir. Hatta Papa toplantıya katılmamış, sadece temsilci göndermekle yetinmiştir.

Konstantin, MS 280 civarında doğmuş ve Roma İmparatorluğu’nu yeniden birleştiren önemli bir tarihi karakterdir. 313 tarihli Milano Fermanı’yla Hristiyanlara ibadet özgürlüğü tanımış, ama bununla yetinmeyip, Hristiyanlık içindeki görüş ayrılıklarını ortadan kaldırmayı da hedeflemiştir. Bu amaçla, 325 yılında İznik’te büyük bir konsil toplanmasına önayak olmuştur. Henüz vaftiz bile edilmemiş bir pagan olmasına rağmen, Konstantin’in bu müdahalesi hem dini hem siyasi sonuçlar doğurmuştur. İmparatorluğun başkentini kendi adını vererek doğuya yani Roma’dan Byzantion’a (bugünkü İstanbul’a) taşımasıyla birlikte, kilisenin merkezi ağırlığını da aynı şekilde Batı’dan Doğu’ya kaydırmıştır. Geçen ay yayınladığım “Konstantinopolis’in Doğuşu: Roma’nın Yeni Kalbi! İstanbul başkent oluyor!” videomda bu konular hakkında detaylı bilgi bulabilirsiniz.

Antik adıyla Nicea olan İznik, o dönem sadece bölgesel bir merkez değil, aynı zamanda teolojik ve siyasal tartışmaların kalbi konumundaydı. Bu küçük Anadolu kenti, yalnızca Birinci değil, sonradan Yedinci Konsil’e de ev sahipliği yaparak adını kilise tarihine altın harflerle yazdırmıştı.

325 yılında düzenlenen bu ilk konsilin ana gündem maddesi, Mısırlı bir rahip olan Arius’un öğretileriydi. Arius, İsa’nın Tanrı olmadığını, Tanrı tarafından “evlat edinilmiş” bir insan olduğunu savunuyordu. Bu görüş, halk arasında ilahilerle ve şiirlerle yayıldığı için hızla popülerlik kazanmıştı. Ancak bu doktrin, İskenderiye Başpiskoposu Alexander tarafından şiddetle reddedildi. Alexander’a göre İsa, Tanrı ile aynı özdendi ve onunla birdi. Bu fikir ayrılığı, kısa sürede Hristiyan dünyasını ikiye böldü; şehirlerde şiddetli kanlı tartışmalar yaşandı, toplumsal düzen bozuldu ve doğal olarak İmparator Konstantin müdahale etmeye karar verdi.

325 yazında İznik’te imparatorun yazlık sarayında yaklaşık 300 din adamı bir araya geldi. Toplantının açılışında sade kıyafetleriyle gelen Konstantin, yanında asker getirmemiş, böylece dini otoriteye saygı göstermek istemişti. Meşhur sözlerinden birini de burada söylemiştir: “Kilisenin bölünmesi, savaştan beterdir.” Konsilde Arius konuşma yapma fırsatı bile bulamadı. Onun yerine karşıtları, Arius’un öğretilerini eleştirdi. Tartışmalar sonunda yalnızca iki piskopos Arius’un yanında durdu; geri kalanlar İznik İnanç Bildirgesi’ni (Nicene Creed) kabul etti. Bu bildirge, Hristiyan inancının temel taşlarından biri oldu. Arius ve destekçileri aforoz edilerek sürgüne gönderildi; ancak fikirleri tamamen ortadan kalkmadı ve sonraki yüzyıllarda farklı biçimlerde yeniden gündeme geldi.

Konsilde sadece teolojik değil, bazı yapısal konular da ele alındı. Piskoposların başka bölgelere izinsiz geçmesi yasaklandı, rahiplerin faizle borç para vermesi kınandı, piskoposluk atamalarına dair prosedürler belirlendi. İskenderiye ve Kudüs gibi merkezlerin bölgesel üstünlüğü teyit edildi. Ancak Paskalya’nın tarihinin netleştirilmesi başarısızlıkla sonuçlandı. Paskalya, Hristiyanlar için İsa’nın dirilişini simgeleyen en kutsal bayramdır. Dini konulara biraz ‘Fransız kalanlar’ içinse, yumurtaların boyandığı gün olarak da bilinir. Ortodosklar kırmızıya Katolikler ve Protestanlar rengârenk boyarlar…

İznik Konsili’nde alınan karara göre, bu bayramın ilkbahar ekinoksundan sonraki ilk dolunayı izleyen pazar günü kutlanması gerekiyordu. Ancak bu hesaplama her kilisede aynı şekilde uygulanmadı. Farklı takvimler ve yöntemler kullanıldığından, Paskalya bugün hâlâ Hristiyan dünyasında birlik sağlanamayan konulardan biri olmaya devam ediyor. Katolik ve Protestan kiliseleri Gregoryen takvimine göre, genellikle mart sonu ile nisan sonu arasında kutluyor. Doğu Ortodoks kiliseleri ise Jülyen takvimiyle hesap yaptıkları için Paskalya’yı çoğunlukla bir hafta ya da birkaç hafta sonra kutluyor. Ermeni Apostolik Kilisesi ise bazı yıllarda Katoliklerle, bazı yıllarda Ortodokslarla aynı tarihte Paskalya’yı kutluyor. Örneğin 2025 yılında, Katolikler ve Protestanlar 20 Nisan’da; Ortodokslar ise 27 Nisan’da kutlama yaptılar. Neyse detaylara dalmadan İznik Konsili konusuna devam edelim…

Efsaneler

İznik Konsili hakkında zamanla pek çok söylenti ortaya atıldı. Bunların en yaygın olanı, Konsil’in İncil kitaplarını seçtiği ya da yazdığı yönündeki iddiadır. Oysa tarihsel gerçekler bu efsaneyi açıkça yalanlıyor. Gerçekte Konsil’in gündeminde İncil yoktu. Ne bir İncil yazıldı, ne de kutsal metinler arasında bir seçim yapıldı. Bugünkü dört İncil — Matta, Markos, Luka ve Yuhanna — bu toplantıda belirlenmedi. Zaten 2. yüzyıldan itibaren Hristiyan topluluklar bu metinleri kutsal kabul etmişti. Yeni Ahit’in 27 kitabı da İznik’ten çok önce kullanılmaktaydı. Kilise babalarının bu metinlere yaptığı atıflar ve erken dönem el yazmaları, bu kitapların yaygınlığını ve otoritesini açıkça gösteriyor.

Peki bu komplo teorisi nereden çıktı?

İddiaya göre, Konsil’de yüzlerce İncil metni masaya yatırıldı. İmparator Konstantin, siyasi hesaplarla yalnızca dördünü seçtirdi, diğerlerini ise yasaklattı. Hatta bazı versiyonlarda yeni bir İncil yazdırıldığı ya da mevcutların değiştirildiği bile öne sürülür. Bu tür kurgular, Dan Brown’un Da Vinci Şifresi gibi romanlarla milyonlara ulaştı. Sosyal medyada ise “yasaklı” ya da “gizli” İncillerden söz edilerek komplo havası sürdürülmeye çalışılıyor.

Ancak tarihsel belgeler bize farklı bir tablo sunuyor. Konsil’in asıl gündemi İsa’nın doğasıydı. “İsa Tanrı mıdır, yoksa yaratılmış bir varlık mıdır?” sorusu, Hristiyan dünyasını ikiye bölmüştü. Az önceki bölümde bahsettiğim gibi Arius adlı bir din adamı, İsa’nın yaratılmış olduğunu savunuyordu. Konsilde bu görüş reddedildi ve İznik İnanç Bildirgesi oluşturularak İsa’nın tanrısallığı resmen kabul edildi. Ama bu bildiride İncil kitaplarına dair hiçbir ifade yoktur. Konsile katılan piskoposların yazdığı mektuplar, 4. yüzyıl kilise tarihçileri ve erken dönem el yazmaları bu teoriyi desteklemez. Aksine, dört İncil’in İznik’ten çok önce kabul gördüğünü ve kullanıldığını açıkça ortaya koyar.

Bugün bu komplo teorisini savunanlar, tarihî kanıtlar yerine varsayımlara ve spekülasyonlara dayanıyor. Aralarında bazı Yeni Çağ çevreleri, alternatif tarih anlatıcıları ve sahte belgelerle içerik üreten hesaplar bulunuyor. Ancak ciddi tarihçiler ve teologlar arasında bu iddiaları ciddiye alan kimse yok.

Bir diğer yaygın efsane ise, Konsil’in “Üçlü Birlik” yani Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’tan oluşan Tanrı anlayışını icat ettiği yönündedir. Ancak bu inanç, Konsil’den çok önce tartışılmaya başlanmıştı. Hristiyan ilahiyatçılarından Tertullian gibi isimler, ikinci yüzyılın sonlarında bu kavramı zaten kullanıyordu. Konsil, aslında bu öğretiyi kurumsal olarak teyit etmiş; Arius’un İsa’yı Tanrı’dan aşağı gören yorumunu reddetmiştir.

İznik’te İsa’nın Tanrılığı meselesi de netleştirilmiştir. Ancak bu, sıfırdan bir “ilah” yaratılması anlamına gelmez. İlk Hristiyan metinlerinden başlayarak İsa’nın ilahi kimliği vurgulanmış, havarilerin metinlerinde bu görüş pekiştirilmiştir. İznik Konsili, sadece bu inancı resmileştirmiştir.

Bir başka yaygın yanılgı, Konsil’in ibadet gününü Cumartesi’den Pazar’a çevirdiği iddiasıdır. Oysa Ignatius gibi ikinci yüzyıl yazarlarının metinlerinde bile Hristiyanların Pazar günü ibadet ettiklerine dair ifadeler mevcuttur. Bu da Pazar ibadetinin Konsil’den çok önce zaten uygulanmakta olduğunu gösterir.

Sonuç olarak, İznik Konsili hem Hristiyan teolojisinin şekillenmesinde hem de kilise içi düzenin sağlanmasında belirleyici bir rol oynamıştır. Ancak bu konsile atfedilen bazı iddialar, tarihsel gerçeklerden ziyade yanlış anlamalar, bilgi eksiklikleri veya kurgusal eserlerin etkisiyle oluşmuştur. Eldeki belgeler, konsilin gerçekten neyi tartıştığını ve hangi kararları aldığını açıkça göstermektedir.

Bugün geçmişe baktığımızda İznik Konsili’nin sadece bir dini toplantı olmadığını, aynı zamanda inançla iktidarın, dogmayla siyasetin kesiştiği, tarihsel bir dönüm noktası olduğunu görüyoruz

Gelelim İznik Gölü Altındaki Bazilikaya

2014 yılında İznik Gölü’nün berrak suları altında, kıyıya sadece 20 metre uzaklıkta gizemli bir keşif yapıldı: suyun birkaç metre derinliğinde, yüzlerce yıl boyunca gözden uzak kalmış bir bazilika kalıntısı bulundu. Bu erken dönem Hristiyan kilisesi, mimarisi ve konumuyla bilim insanlarının dikkatini çekti. Yapının, M.S. 4. yüzyıla tarihlenmesi, akıllara önemli bir ihtimali getirdi: Acaba burası, 325 yılında toplanan ve Hristiyanlık tarihinde bir dönüm noktası olan Birinci İznik Konsili’ne ev sahipliği yapmış olabilir miydi?

Bugün burada yükselen bazilika, sadece bir ibadet yeri değil; aynı zamanda geçmişin önemli bir hatırasını da taşıyor. Çünkü bu yapı, Hristiyanlığın Roma’da hâlâ yasak olduğu dönemde katledilen Aziz Neophytos’un mezarı üzerine inşa edilmiş olabilir. Aziz Neophytos’un, Nicaea’ya gelerek inancını açıklamasının ardından Roma askerlerince şehir surlarının dışında öldürüldüğü ve mezarının da burada bulunduğu tarihsel kaynaklarda aktarılır. Biz nasıl Allah yolunda öldürülen kişileri Arapça ‘şehit’ ifadesiyle anıyorsak Hristiyanlarda İsa yolunda öldürülmüş kişiler için Latince martir için kelimesini kullanıyor. O da Antik Yunanca μάρτυρ ( mártur) veya μάρτυς  (mártus, “tanık” anlamında) kelimesinden ödünçlenmiş. Hristiyanlığın ilk dönemlerindeki şehitler çoğunlukla recm (yani taşlanarak), çarmıha gerilerek, yakılarak veya diğer işkence çeşitleriyle öldürülmüştü. Neyse Hristiyanlığın MS. 313’te Milano Fermanı ile serbest bırakılmasının ardından, kutsal kabul edilen böyle yerler üzerine bazilika planlı kiliseler inşa edilmeye başlanmıştır. Bu yapı da o dönemin tipik bir örneği olabilir.

Anglosakson keşiş Willibald, 720’li yıllarda kutsal topraklara yaptığı hac yolculuğu sırasında İznik’e uğramış ve burada bir konsilin toplandığı kiliseden söz etmiştir. Onun notları, arkeolojik ve tarihsel araştırmalar için hâlâ önemli bir tanıklık olarak kabul edilir. Ancak bu yapının izine uzun süre ulaşılamamıştı. Ta ki 2013 yılında, UNESCO Dünya Kültürel ve Doğal Mirası Geçici Listesi için yapılan çalışmalar sırasında, göl kıyısından drone ile çekilen fotoğraflarda bazilika kalıntısı fark edilene kadar… Kalıntılar, gölün 2-3 metre derinliğinde, karadan yaklaşık 50 metre uzaklıkta yer alıyordu.

Keşif sonrasında uzmanlar, bu yapının göl suları altında kalmasına sebep olan doğal süreçleri incelemeye başladı. İznik, Kuzey Anadolu Fay Hattı’nın kollarından birinin üzerinde yer aldığından, tarih boyunca çeşitli depremlerden etkilenmiştir. MS. 715, 740 ve 1065 yıllarındaki depremler, araştırmacıların dikkatini çeken önemli sismik olaylardandır. Geçen haftalarda yayınladığım ‘Tarihi İstanbul Depremleri’ videomda da anlattığım gibi, bu büyük depremler sırasında bölge ağır hasar almış; kilise ve manastırlar yıkılmış, şehir surları çökmüş, hatta artçı sarsıntılar aylarca sürmüştür. Ancak, bu depremlerin bazilikanın tamamen göl suları altında kalmasına neden olup olmadığı hala tartışma konusudur.

Özellikle 715 depremi çok güçlü olsa da, bu tür sarsıntıların göl seviyesini 5-6 metre yükseltecek kadar etkili olup olmadığı konusu tartışmalıdır. Ayrıca, tsunami benzeri bir etkinin yaşandığına dair somut bir bulguya rastlanmamıştır. Buna karşın bazı araştırmalar, göl tabanında bu depremlerle ilişkili kırık izlerini ortaya koymuş ve örneğin 1065 yılına tarihlenen bir fay kırığında yaklaşık 1 metrelik dikey atım saptanmıştır.

Bazilikanın bulunduğu alanın jeolojik yapısı da önemlidir. İznik, alüvyal bir zeminde kurulmuştur ve göle yakınlığı nedeniyle yer altı su seviyesi yüksektir. Bu durum, zemin sıvılaşması riskini artırmakta, depremlerde yapıların hasar görmesine yol açmaktadır. Uzmanlar, yapının sadece tek bir depremle bugünkü durumuna geldiğini söylemek yerine, yüzyıllar boyunca süren doğal değişimlerin – deprem, erozyon, göl seviyesindeki oynamalar – birlikte etkili olduğunu düşünmektedir. Meraklısı için kaynak linki şurada…🔗M.S. 740 İznik Depreminin Yalı Taşlarındaki İzi ve Su Altındaki Bazilika ile İlişkisine Dair Tartışma:  

Bugün bu tarihi yapı, Bursa Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Mustafa Şahin’in bilimsel danışmanlığında yürütülen kazı çalışmalarıyla gün yüzüne çıkarılmaya devam ediyor. Bursa Büyükşehir Belediyesi ve İznik Belediyesi, bu çalışmalara aktif destek vermektedir. Yapının bu yıl yani 2025 yılında –Birinci İznik Konsili’nin kabulünün 1700. yılında – ziyarete açılması planlanmaktadır. Bunun İznik’in dünya kültür mirası içindeki yerini vurgulayan önemli bir adım olacağı düşünülmektedir. Meraklısı için kaynak linki şurada…🔗İznik Gölü Sualtı Araştırması ve Bazilika Kalıntısı Üzerine Düşünceler

Gelelim Papa’nın Ziyareti ve Mezhepler Arası Diyalog

Papa’nın İstanbul ziyareti, sadece Katolik dünyası için değil; Ortodokslar ve Protestanlar açısından da büyük sembolik anlam taşıyor. Yüzyıllardır süren ayrılıklar, dogmatik çatışmalar ve siyasi kopuşların ardından bu ziyaret, Hristiyan mezhepleri arasında yeniden bir köprü kurulması çabası olarak görülüyor. Dini çevrelerde bu çabanın bir adı var: ekümenik hareket. Amaç, Katolik, Ortodoks ve Protestan kiliseleri arasında hoşgörü, karşılıklı anlayış ve tarihsel uzlaşma sağlamak.

Ve bu hareketin en dikkat çekici duraklarından biri İstanbul’daki Fener Rum Patrikhanesi.
Ortodoks dünyasının ruhani merkezi kabul edilen Patrikhane, Katoliklerle diyaloğa en açık kurumların başında geliyor. Papa’nın buraya yaptığı ziyaret, sadece bir nezaket gösterisi değil; aynı zamanda mezhepler arası yakınlaşmanın sembolü.

Ama mesele sadece dinî değil. Bu tür temaslar, kültürel ve siyasi anlamda da büyük tepkiler doğuruyor. Çünkü din, özellikle bu coğrafyada, siyasetten hiçbir zaman tam olarak ayrışmadı.

Peki ya İslam Dünyası ile ilişkiler?

Ekümenik hareket son 50 yılda yalnızca Hristiyan mezhepleri arasında değil, diğer dinlerle de diyalog kurma çabası gösteriyor. Özellikle II. Vatikan Konsili’nden sonra Vatikan, Müslüman ülkelerle ilişkileri güçlendirmek için “dinler arası diyalog” komisyonları kurmuştu.

Bu çabaların barış, hoşgörü ve ortak değerler etrafında şekillendiği iddia ediliyor. Ancak bizim gibi Müslüman ülkelerde bu tür girişimler, “misyonerlik” ya da “Hristiyan ittifakı” gibi şüpheyle karşılanıyor.

Türkiye’ye gelelim…

Dünya genelinde yaklaşık 260 milyon kişilik bir inanca sahip olan Ortodoks Hristiyanlar, küresel nüfusun yaklaşık %4’ünü oluşturuyor. Bu inanç dünyasında İstanbul’daki Fener Rum Patrikhanesi, yalnızca dini değil, aynı zamanda kültürel ve tarihsel açıdan da son derece önemli bir yere sahip. Ortodoks dünyası için sembolik bir merkez konumunda.

Ancak Türkiye Cumhuriyeti, Patrikhane’nin “ekümenik” yani tüm Ortodoks dünyasını temsil eden evrensel bir otorite olma iddiasını resmen tanımıyor. Bu yaklaşımın kökleri Osmanlı dönemine kadar uzanıyor. Türkiye, Patrikhaneyi yalnızca Türkiye sınırları içindeki Rum Ortodoks cemaatinin ruhani lideri olarak kabul ediyor.

Daha Cumhuriyet kurulmadan önce, 1923’teki Lozan Barış Konferansı’nda Türk heyeti, Patrikhanenin tamamen İstanbul dışına çıkarılmasını talep etmişti. Bu talep gerçekleşmese de, Lozan Antlaşması’yla Patrikhane’nin yetkileri yalnızca Türkiye’deki Rum azınlıkla sınırlandırıldı ve bu statü anayasal güvence altına alındı.

Bugün Patrikhane’nin uluslararası alanda ruhani bir otorite gibi davranması, Türkiye’nin egemenlik anlayışıyla zaman zaman çelişen bir durum olarak görülüyor. Özellikle 1990’lı yıllardan itibaren bazı Batılı ülkeler ve uluslararası çevrelerin “ekümeniklik” iddiasına destek vermesi, Türkiye’de özellikle milliyetçi çevrelerde rahatsızlık yaratıyor. Çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede, bağımsız ve uluslararası etkisi olan bir Hristiyan otoritenin varlığı, bazı kesimlerce egemenlik açısından hassas bir konu olarak değerlendiriliyor.

Vatikan’ın tutumu da bazen eleştirilmiştir. Papa, Atatürk döneminde müzeye dönüştürülen Ayasofya’nın 2020’de yeniden camiye çevrilmesine “çok acı çekiyorum” şeklinde tepki verdiğinde, bu durum Türkiye’de bazı çevreler tarafından ülkenin kendi kararlarını alma iradesinin sorgulanması olarak görülmüştür. Dindar ve milliyetçi çevrelerde Ayasofya’nın yeniden camiye dönüştürülmesi, yalnızca bir ibadet mekânının değişimi değil, aynı zamanda Türkiye’nin kültürel ve siyasal egemenliğini simgeleyen bir adım olarak algılanmıştır. Papa’nın üzüntüsünü ifade etmesini de Batı’nın İslam dünyasının tarihî ve dinî sembollerine karşı duyarsızlığı olarak görmüşlerdir.

Batı’dan gelen kültürel çoğulculuk çağrıları da Türkiye’de zaman zaman eleştirel bir yaklaşımla karşılanmaktadır. İstanbul’un tarihi dokusu ve Bizans dönemine ait yapılarının, Batı’nın kültürel çoğulculuk ve turizm odaklı bakış açılarıyla ön plana çıkarılması amacıyla önerilen “açık hava müzesine dönüştürülmesi” gibi fikirler, yerel halkın dini ve tarihî değerleriyle uyumsuz dış müdahaleler olarak görülebilmektedir. Bu yaklaşım, İstanbul’un hem Bizans hem de Osmanlı mirasını vurgulasa da yine dindar ve milliyetçi çevrelerde, Batı’nın kültürel ve ideolojik bakış açılarını Doğu’ya dayatma girişimi olarak algılanmaktadır.

Son olarak, Hristiyan dünyasındaki iç ayrımlar –özellikle Katolik ve Ortodoks kiliseleri arasındaki tarihsel gerilimler– Türkiye’nin konumunu daha da özgün hâle getirmektedir. Fener Patrikhanesi ile Moskova Patrikhanesi arasındaki çekişmede Türkiye’nin tarafsız kalması, ülkenin bu alandaki merkezi rolünü pekiştirirken, Vatikan’dan gelen sembolik çıkışlar bazı çevrelerce anlamını yitirmiş jestler olarak görülmektedir. Bu durum, Türkiye’nin yalnızca jeopolitik değil, kültürel anlamda da bağımsız bir aktör olarak konumlandığını göstermektedir.

Sonuç

Programı iyice dağıttık son olarak toparlarsa, İznik sadece bir şehir değil, Hristiyanlık tarihinde önemli kararların alındığı bir sembolik bir yer. 325 yılında toplanan Birinci İznik Konsili, Hristiyanlığın temel inanç esaslarını belirlemiş, teslis inancını yani ‘Tanrı’nın, Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’tan oluşan üçlü tabiatını ifade eden akideyi’ resmileştirmiş böylece “ortodoks” inancın çerçevesini çizmiştir. Papa Francis, bu konsilin 1700. yılı vesilesiyle İznik’e özel bir önem atfetmiş ve sağlığında bu ziyareti gerçekleştirmeyi arzuladığını dile getirmişti. Ancak sağlık sorunları nedeniyle bu planını hayata geçiremedi.

21 Nisan’da Papa Francis’in hayatını kaybetmesi, İznik Konsili anmalarının geleceğini belirsizleştirse de, onun bu konudaki arzusu bir vasiyet gibi kaldı. “Eğer ben gerçekleştiremezsem, halefim mutlaka bu ziyareti yapmalı” şeklindeki ifadeleri, yeni seçilen Papa 14. Leo’nun gündemini belirleyen unsurlardan biri oldu.

Bu yüzden 8 Mayıs’ta seçilen Papa 14. Leo’nun, ilk yurt dışı ziyaretini Türkiye’ye yapması bekleniyor. Ziyaretin amacı, İznik Konsili’nin yıldönümü törenlerine katılmak olacak. Fener Rum Patriği Bartholomeos’un, Papa’nın göreve başlama törenine katılarak Vatikan’da kendisini Türkiye’ye davet etmesi planlanıyor. Ancak bu ziyaretin gerçekleşebilmesi için aslında Türkiye Cumhurbaşkanı’nın Papa’ya resmî davet göndermesi gerekiyor.

Papa’nın Türkiye programı, diplomatik protokol çerçevesinde önce Ankara’daki resmi temasları, ardından İznik’e geçişi içerecek şekilde düzenleniyor. Böylece Papa 14. Leo, Türkiye’yi ziyaret eden beşinci Papa olarak tarihe geçebilir.

Ziyaretin yapılacağı İznik’te, konsilin toplandığı arkeolojik alanın hem dinî temsilciler hem de ziyaretçiler için yeniden düzenlendiği bildiriliyor. Bu fiziki hazırlıklar, sadece tarihî bir anmanın ötesine geçerek, Katolik ve Ortodoks dünyaları arasındaki diyaloğun sembolik bir mekânda yeniden canlandırılması anlamına geliyor.

Papa’nın olası İznik ziyareti sadece 1700 yıl önce burada atılan inanç temellerine bir saygı duruşu değil, aynı zamanda tarihsel belleği onarma ve dinî diplomasi alanında yeni kapılar aralama çabasının simgesi de olabilir.

Peki bu ziyaretin bize somut bir katkısı olacak mı?

1,3 milyar Katolik Hristiyan’ı temsil eden Papa’nın, Birinci İznik Konsili’nin 1700. yılı vesilesiyle Türkiye’ye yapacağı ziyaretin, ülkemizin uluslararası imajını olumlu yönde etkileyeceğini söylemek mümkün. Türkiye’nin dini özgürlüklere ve kültürel çeşitliliğe alan tanıyan bir ülke olarak tanıtılmasına katkı sağlayabilir. Aynı zamanda, Orta Doğu’daki dini ve kültürel gerilimlerin arttığı bir dönemde Türkiye’yi bölgesel bir denge unsuru olarak öne çıkarabilir. Öte yandan, uluslararası basında gündeme gelen İznik’in, bu vesileyle yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çekmesi de turizm ve yerel ekonomi açısından olumlu bir gelişme olacaktır.

Ancak bütün bunlar, geçim derdindeki halkın gündelik yaşamında büyük bir değişim yaratmayabilir. Belki birkaç gofret fazla satılır, birkaç otel odası daha dolabilir… ama o kadar. Diplomasi kazanır, prestij artar; fakat hayat, İznik’in sokaklarında aynı şekilde akmaya devam eder.

Yine de bu ziyaretin belki de en anlamlı tarafı, tarih sahnesinden silinmeye yüz tutmuş bir Anadolu kasabasını yeniden dünya kamuoyunun gündemine taşımasıdır. İznik –ya da eski adıyla Nikea– sadece geçmişin sessiz bir tanığı değil; bir zamanlar fikirlerin çarpıştığı, inançların sorgulandığı, tarihin yeniden yazıldığı kutsal bir mekândır.

Ve belki de asıl hatırlamamız gereken şey, bu toprakların yalnızca arkeolojik kalıntılarıyla değil; taşıdığı fikirler de insanlık tarihine yön verdiğidir.