Hindistan – Pakistan Savaşı 2025: Keşmir’in Kalbinde Yanan Ateş
Günlerce süren bombardıman ve karşılıklı hava operasyonlarının ardından, Pakistan ve Hindistan beklenmedik bir şekilde ateşkes ilan etti.
Ancak bu duyuruyu yapan, ne İslamabad’daki bir generaldi, ne de Yeni Delhi’deki bir başbakan.
Bu sözler, Washington’dan — bizzat ABD Başkanı Donald Trump’tan geldi.
Ve bu ateşkes, yalnızca diplomatik bir jest değil. Kara, hava ve deniz güçleri… Hepsi bugün yani 11 Mayıs saat 17:00 itibarıyla duracak.
Trump’ın açıklamasına göre bu ateşkes, ABD’nin arabuluculuğunda kapalı kapılar ardında yürütülen yoğun görüşmelerin ürünü.
Taraflar, çatışmayı tamamen durdurmak için 12 Mayıs’ta yeniden masaya oturacak.
Ama asıl soru hâlâ ortada duruyor:
Bu, gerçekten bir son mu? Yoksa yalnızca daha büyük bir patlamadan önce gelen geçici bir soluklanma dönemi mi?
Uzmanlar, kalıcı bir barışın ancak bu krizin tarihsel arka planı anlaşılırsa mümkün olabileceğini vurguluyor
1972 tarihli Simla Anlaşması ile 1960 tarihli İndus Suları Anlaşması gibi, zamanında çatışmaları yatıştıran ancak oldukça kırılgan olan mutabakatlar yeniden gündeme getirilmeli; çünkü bu belgeler, taraflar arasında asgari bir iş birliği zemini sunmaya devam ediyor. Simla Anlaşması ile Keşmir meselesinin uluslararası platformlarda değil, ikili bir çerçevede ele alınması kararlaştırılmış; İndus Suları Anlaşması ile de İndus Nehri sistemi üzerindeki su kaynaklarının paylaşımı düzenlenmiştir. Hindistan doğu nehirlerinin — Ravi, Beas ve Sutlej’in; Pakistan ise batı nehirlerinin— İndus, Jhelum ve Chenab’ın sularını kullanacaktı. Bu nehirlerin tümü Himalaya buzullarından besleniyor, ancak günümüzde küresel ısınma nedeniyle buzul erimeleri hızlandığı için uzun vadede su kaynaklarının ciddi şekilde azalacağı açık. Özellikle Pakistan için İndus, adeta ülkenin ‘can damarı.’ Suyun azalması, gıda güvenliğini, kırsal geçimi ve iç istikrarı tehdit ediyor. Hint Alt Kıtası’nın dünya nüfusunun yaklaşık dörtte birine denk gelen 2 milyar insan barındırdığı göz önüne alındığında, Keşmir sorununu özünde din değil de bir su savaşı olarak değerlendirmek ve ileride milyonlarca insanın göç etmesine yol açabilecek küresel bir soruna dönüşebileceğini söylemek de mümkündür.
Keşmir meselesi kaçınılmaz bir şekilde çözüme kavuşturulmadığı takdirde, diğer bölgesel aktörlerin de müdahil olabileceği geniş çaplı bir çatışmanın — hatta nükleer bir krizin — patlak vermesi, Batıyı tabii ki Türkiye’yi de etkileyecek milyonlarca hatta on milyonlarca mültecinin yollara düşmesi yani bir çeşit yeni kavimler öcünün yaşanması ihtimal dahilindedir.
21. yüzyılda su kaynakları üzerindeki rekabet yalnızca çevresel değil; aynı zamanda jeopolitik, stratejik ve insani bir krize dönüşmektedir. ıbilir. Konuyu dağıtmadan, Keşmir’i daha iyi anlamamıza yardımcı olabilecek tanıdık bir örnek verelim: Türkiye’de toplam uzunluğu 10 km’yi aşan yaklaşık 180 civarında akarsu var. Devlet Su İşleri verilerine göre, bunlardan sadece ikisi Fırat ve Dicle Nehirleri Türkiye’nin toplam yenilenebilir yüzey suyu potansiyelinin yaklaşık %43’ünü oluşturmaktadır (31.5 + 16.8 = 48.3 milyar / 112 milyar m³/yıl). Bu iki nehrin yalnızca Türkiye için değil, suladıkları Ortadoğu ülkeleri açısından da taşıdığı stratejik önemi kavrayabiliriz. Unutmayalım ki, bir gün gücümüzü ve birliğimizi kaybedersek, beraberinde su kaynaklarımızı da kaybetme riskiyle karşı karşıya kalabiliriz.
Keşmir meselesi, bugüne kadar Hindistan ve Pakistan arasında iki büyük savaşa ve sayısız sınır ötesi çatışmaya yol açtı. Ama bu gerilim sadece bir sınır tartışması değil.
Bu, sömürgecilik tarihinden, dini kimliklere, ulus inşası süreçlerinden, kolektif travmalara uzanan, ama biraz önce değindiğim gibi aslında altında su kaynaklarına hakim olma kaygısı yatan 80 yıllık bir fay hattı.
Yaşananlar sadece bir askerî çatışma değil; bu, iki devletin kimlik, tarih ve toprak algısı üzerinden yürüttüğü çok katmanlı bir mücadelenin yeni bir perdesi.
Her iki tarafın da nükleer silahlara sahip olması, Keşmir’deki olası bir çatışmayı yalnızca Güney Asya’yla sınırlı kalmayıp küresel güvenliği tehdit eden bir krize dönüştürebilir. Hindistan ve Pakistan Keşmir yüzünden defalarca çatıştı ama bu neden resmî olarak ‘savaş’ sayılmıyor? Bir çatışma ne zaman savaşa dönüşür ve devletler neden savaş ilan etmekten kaçınır? Cevabını biliyor musunuz?
Peki Amerika Birleşik Devletleri, Çin ve diğer ülkeler bu süreçte nasıl bir rol oynuyor?
Türkiye bu denklemde nerede duruyor? Ve en önemlisi:
Bu son ateşkes gerçekten kalıcı bir barışa kapı aralayabilir mi, yoksa sadece geçici bir sükûnetten mi ibaret?
Eğer bu sorular sizde de merak uyandırdıysa, gelin bu çok katmanlı çatışmanın ardındaki büyük resmi birlikte görelim.
Keşmir Çatışmasının Kökleri: Bir Bölünmenin Hikâyesi
1947: Bölünme ve Kanlı Doğum
1858’den 1947’ye kadar Britanya İmparatorluğu’nun sömürgesi olan Hint alt kıtası, 1947’de bağımsızlığını kazandığında iki ayrı devlete bölündü: Hindu ağırlıklı ama laik Hindistan ve Müslüman ağırlıklı Pakistan. Pakistan, 14 Ağustos 1947’de bağımsız bir devlet olarak kurulduğunda, coğrafi olarak birbirinden ayrı, kültürel açıdan oldukça farklı iki ana bölgeden oluşuyordu: Batı Pakistan ve Doğu Pakistan. Bugünkü adıyla Bangladeş olan Doğu Pakistan, 1971 yılında yaşanan kanlı bir iç savaşın ardından bağımsızlığını ilan edecekti. Ayrılık süreci, Hindular, Müslümanlar ve Sihler arasında büyük bir toplumsal şiddet dalgasına dönüştü. Milyonlarca insan yerinden oldu, mahalleler boşaldı, trenler cesetlerle doldu. Yaklaşık 15 milyon kişi göç etti, 200 binden 2 milyona kadar insan ise hayatını kaybetti. Bu kaotik ortamda sınır anlaşmazlıkları ve ayrılıkçı hareketler de filizlenmeye başladı
Himalayalar’ın eteklerindeki Keşmir, 1947’deki büyük bölünmenin en hassas noktalarından biriydi. Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu bu prenslik, Hindistan Bağımsızlık Yasası uyarınca isterse Hindistan’a isterse Pakistan’a katılma hakkına sahipti. Ama işler hiç de kolay olmadı. Keşmir’in Hindu hükümdarı Maharaja Hari Singh, başta iki taraftan da uzak durarak bağımsız kalmak istedi. Ancak Pakistan’dan gelen silahlı grupların saldırısıyla karşılaşınca, yardım için Hindistan’a başvurdu. Hindistan yardım ederdi — ama bir şartla: Keşmir, Hindistan’a katılacaktı. Singh bu teklifi kabul etti; ancak Keşmir’in özerkliği korunacaktı. Bu kararla birlikte silahlar konuşmaya başladı… Ve ilk Hindistan–Pakistan savaşı patlak verdi.
İlk Savaş ve Bölünmüş Keşmir
1947’nin sonlarında başlayan savaş, Birleşmiş Milletler’in araya girmesiyle 1949’da sona erdi. BM’nin önerisiyle bir ateşkes hattı çizildi — bugün “Kontrol Hattı” olarak bilinen sınır. Keşmir fiilen ikiye bölündü: Keşmir Vadisi, Cemmu ve Ladakh Hindistan’ın kontrolüne geçti; batı ve kuzey kesimleri ise Pakistan’a.
Birleşmiş Milletler, Keşmir’in geleceğini belirlemek üzere bir halk oylaması yapılmasını önerdi. Ancak taraflar, bölgenin askerlerden arındırılması gibi ön koşullarda anlaşamayınca bu plebisit hiçbir zaman gerçekleşmedi. O günden beri, Hindistan oylamaya gerek olmadığını; Pakistan ise hâlâ yapılması gerektiğini savunuyor.
Keşmir’in Tarihi ve Coğrafyası
Keşmir, sadece bir jeopolitik mesele değil. Aynı zamanda çarpıcı doğal güzelliklere sahip, Himalayaların eteğinde büyüleyici bir bölge ki zamanında Babürler burayı “yeryüzü cenneti” olarak tanımlamıştı Keşmir, yüzyıllar boyunca Hindu ve Budist yönetimler altında kaldıktan sonra 15. yüzyılda İslam’ı benimseyen Babürler’in (Mughal) egemenliğine girdi.
Babür İmparatorluğu, Ekber Şah döneminde hoşgörü ve çoğulculuk gibi değerleriyle Avrupa’nın Aydınlanma döneminden yüzyıl önce bu topraklarda barışçıl bir yönetim kurmuştu. Ancak bu dönem, 18. yüzyılda Afgan istilalarıyla sona erdi. Ardından gelen Sihler ve sonra İngilizler, Keşmir’in kaderini değiştirdi. İngilizler bölgeyi 1846’da Cemmu’nun Hindu hükümdarı Gulab Singh’e sattı. Keşmir, o gün bugündür Cemmu ve Keşmir olarak anılan tartışmalı bir bölge haline geldi.
Bugün: Üçlü Rekabet
Bugün Keşmir, yalnızca Hindistan ve Pakistan arasında değil, Çin’in de müdahil olduğu üçlü bir rekabetin merkezinde yer alıyor. Pakistan, batı Keşmir’i; Hindistan, Keşmir Vadisi ve Ladakh’ı; Çin ise kuzeydoğudaki dar bir şeridi kontrol ediyor. Hindistan, Keşmir’in tamamı üzerinde hak iddia ediyor. Pakistan ise Hindistan’ın kontrolündeki bölgeyi talep ediyor ama Çin’in elindeki topraklar için ses çıkarmıyor.
1960’lar: Su, Savaş ve Sonu Gelmeyen Görüşmeler
1960’lar… Umutla başlamış ama gerilimle devam etmiş bir on yıl. Hindistan ve Pakistan, on yılın başında barışa dair güçlü bir adım attılar. Dünya Bankası’nın arabuluculuğunda, iki ülke de hayati öneme sahip olan İndus Nehri üzerindeki suları paylaşmak üzere masaya oturdu. Sonuç: İndus Suları Antlaşması. Düşünün; savaşlara, krizlere rağmen bu antlaşma onlarca yıl ayakta kalmayı başardı. Ta ki, yeni çatışmalar kapıyı çalana kadar…
1963: Umut Veren Görüşmeler
1963 yılında bir umut daha belirdi. Hindistan Dışişleri Bakanı Swaran Singh ile Pakistan Dışişleri Bakanı Zülfikar Ali Butto, Keşmir üzerindeki anlaşmazlığı çözmek amacıyla müzakere masasına oturdu. ABD ve Birleşik Krallık da sürece destek verdi. Ama bu görüşmeler, hem gizli yürütüldü hem de sonuçsuz kaldı. Taraflar hiçbir noktada uzlaşamadı.
Bir yıl sonra, 1964’te Pakistan, Keşmir dosyasını doğrudan Birleşmiş Milletler’e taşıdı. Ama diplomasi yetersiz kaldı, tansiyon düşmedi… ve bu kez barış dili yerini top seslerine bıraktı.
1965: İkinci Keşmir Savaşı Patlıyor
1965’te, ikinci Hindistan–Pakistan savaşı başladı. Pakistan tarafından sivil kılığında 26 ila 33 bin asker, Keşmir halkı gibi giyinerek ateşkes hattını geçti. Hedef, Hindistan kontrolündeki Keşmir’de ayaklanma çıkarmaktı. Ancak plan beklendiği gibi işlemedi. Hindistan durumu fark etti ve hızla karşılık verdi. Bu kez, Hindistan da sınırı aşıp Pakistan’ın Lahor kentine asker çıkardı.
Savaş haftalarca sürdü. Her iki taraf da ağır kayıplar verdi. Ama net bir galip çıkmadı. Uluslararası baskılar sonucu taraflar ateşkese zorlandı.
1966: Taşkent’te Soğukkanlı Diplomasi
Savaşın ardından, yeni bir barış adımı atıldı. Bu kez sahne, Sovyetler Birliği’nin arabuluculuğundaki Taşkent’ti. 1966’da Hindistan Başbakanı Lal Bahadur Shastri ile Pakistan Cumhurbaşkanı Muhammed Eyüp Han, Taşkent Anlaşmasını imzalayarak, diplomatik ve ekonomik ilişkileri yeniden kurma kararı aldı. Ama bu anlaşma da Keşmir üzerindeki esas sorunu çözmekten uzaktı.
Sonuç mu?
1960’lar, Keşmir için su gibi akan umutlarla başlayıp, silah sesleriyle yankılanan bir onyıl oldu. Müzakereler yapıldı, anlaşmalar imzalandı ama sorun yerinde kaldı. Keşmir hâlâ diken üstündeydi… ve bu yalnızca bir başlangıçtı.
1970’ler: Bir Ülkenin Doğuşu ve Tehlikeli Bir Yarışın Başlangıcı
1971 yılı… Güney Asya tarihine kazınan derin bir kırılma anıydı. Pakistan, o dönemde ikiye bölünmüş durumdaydı: Batı Pakistan (bugünkü Pakistan) ve binlerce kilometre doğuda yer alan Doğu Pakistan (bugünkü Bangladeş).
İç Savaşın Fitili Nasıl Ateşlendi?
Her şey, 1970 genel seçimlerinde Avami Ligi’nin büyük bir zafer kazanmasıyla başladı. Doğu Pakistan merkezli bu siyasi hareketin lideri Şeyh Mücibur Rahman, açık ara meclis çoğunluğunu elde etmişti. Ancak dönemin iktidarı — Zülfikar Ali Butto ve ordu — bu sonuca direndi. Avami Ligi’nin iktidara gelmesi engellendi.
Ve ardından… Mart 1971’de, Pakistan ordusu Dakka’da geniş çaplı bir askeri operasyon başlattı. Ama bu, sadece iç siyasetin bir krizi olmaktan çıkacak, bölgesel bir savaşa dönüşecekti.
Hindistan Müdahale Ediyor
Savaşın şiddeti arttıkça, mülteciler milyonlar halinde Hindistan’a akın etti. Aralık ayında Hindistan, askeri olarak devreye girdi. Sonuç dramatikti: Pakistan ordusu teslim oldu. Doğu Pakistan artık tarih olmuştu. Yerine yeni bir devlet doğdu: Bangladeş.
1972: Simla Anlaşması ve Yeni Bir Hat Çiziliyor
Savaşın ardından, Hindistan Başbakanı İndira Gandhi ve Pakistan Cumhurbaşkanı Zülfikar Ali Butto, Simla’da masaya oturdu. Taraflar, tüm anlaşmazlıkları barışçıl yollarla çözme sözü verdi. Ama en önemli gelişme şuydu: Kontrol Hattı (Line of Control – LoC) adı verilen yeni bir sınır hattı belirlendi. Bu hat, Keşmir’deki fiili durumu kabul ettiriyor ama çözüm sunmuyordu.
1974’e gelindiğinde, Hindistan’a bağlı Keşmir eyalet yönetimi, bölgenin “Hindistan Birliği’nin ayrılmaz bir parçası” olduğunu resmen ilan etti. Bu açıklama, doğal olarak, Pakistan tarafından sert bir şekilde reddedildi.
Aynı Yıl: “Gülen Buda” ve Nükleer Dönemin Başlangıcı
Ama 1974 yılı yalnızca siyasi restleşmelerle sınırlı kalmadı. Hindistan, çölün derinliklerinde sır dolu bir deneye imza attı. Kod adı: Smiling Buddha — “Gülen Buda”.
Bu bir nükleer testti. Hindistan, testin “barışçıl amaçlarla” yapıldığını söylese de, tüm dünya farklı bir gerçeği gördü: Güney Asya’da nükleer silahlanma yarışı resmen başlamıştı.
Ve perde böyle aralandı…
Bir yanda yeni bir devletin doğuşu… Diğer yanda, haritada yeniden çizilen sınırlar… Ve sessizce büyüyen bir nükleer tehdit. 1970’ler, Güney Asya’da her şeyin daha da karmaşık hâle geldiği, derin yaraların açıldığı ve geleceğe taşınacak yeni krizlerin filizlendiği bir dönemdi.
1980’ler: Keşmir’de İsyan Yükseliyor, Bölge Alev Alev
1980’li yılların başında Keşmir, yeniden Hindistan ile Pakistan arasındaki gerilimin tam merkezine oturdu. Halk, Hindistan yanlısı yönetimin kendi çıkarlarını hiçe sayarak Yeni Delhi’ye yakınlaştığını düşünüyor; öfke sokaklara, meydanlara taşınıyordu. Bu ortamda, ayrılıkçı söylemler giderek güç kazandı.
1987 Seçimleri: Güvenin Kırıldığı An
Kırılma noktası, 1987’deki eyalet seçimleriydi. Ulusal Konferans (National Conference) partisi, seçimlere büyük usulsüzlük iddiaları gölgesinde damga vurdu. Seçim sonuçları, halkın iradesini değil, manipülasyonu yansıtıyordu. Bu hileli sürecin ardından, bağımsızlık veya Pakistan’la birleşme isteyen gençler hayal kırıklığına uğradı ve bir kısmı silahlı direnişe yöneldi.
1989: Silahlı Direniş Başlıyor
1989’a gelindiğinde, Hindistan yönetimine karşı silahlı direniş Keşmir Vadisi’nde açıkça görünür hale geldi. Farklı gruplar sahneye çıktı: Kimileri bağımsızlık istiyordu, kimileri ise Pakistan’a katılmayı savunuyordu. Bu dönemde bombalı saldırılar, siyasi suikastlar, adam kaçırmalar arttı. Hindu Keşmirliler — özellikle Pandit toplumu — yoğun tehditlere maruz kaldı ve binlercesi göç etmek zorunda kaldı.
Pakistan’ın Rolü ve Ziyaülhak Dönemi
1977’de Pakistan’da iktidara gelen General Ziyaülhak, İslamcı ideolojiyi devlet politikası hâline getirdi. İki yıl sonra Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali, bölgedeki dengeleri kökten değiştirdi. ABD, Sovyet yayılmasını durdurmak için devreye girdi — ve Yeşil Kuşak (Green Belt) doktrini sahneye çıktı. Bu strateji, Orta Doğu’dan Güney Asya’ya uzanan coğrafyada İslamcı ama Batı yanlısı rejimlerin desteklenmesini öngörüyordu. Pakistan, CIA destekli mücahitlerin eğitilip silahlandırıldığı bir merkez hâline geldi. Aynı dönemde, 1980 askeri darbesiyle birlikte Türkiye’de de İslamcı-milliyetçi bir söylemin güç kazanması dikkat çekiciydi. Tesadüf müydü, yoksa Yeşil Kuşak stratejisinin başka bir halkası mı? Bu sorunun cevabı, hâlâ tartışılıyor. Milyarlarca dolarlık silah ve para yardımı Pakistan üzerinden Afgan mücahitlerine aktarıldı. Ancak Ziya, bu kaynakları sadece Afganistan için kullanmadı. Aynı zamanda Keşmir’de Hindistan’a karşı savaşacak İslamcı militanlar yetiştirmek amacıyla da harcadı. Medreseler, kabile bölgeleri ve askeri kamplarda yeni bir kuşak oluşturuldu: radikal, savaşçı ve ideolojik olarak donatılmış bir militan nesil.
Keşmir ile Taliban Arasındaki Bağlantı
İşte bu noktada sahneye giren bir başka yapı vardı: Taliban. Başlangıçta Sovyetlere karşı savaşmak üzere kurulan bu örgütlenme, zamanla Pakistan’ın bölgesel stratejisinin bir parçası hâline geldi. Bu yeni İslamcı militan ağ, Afganistan’da olduğu kadar Keşmir’de de etkisini göstermeye başladı.
Bir Sonuç mu, Yoksa Yeni Bir Başlangıç mı?
Keşmir’deki ayrılıkçı hareket, yerel hoşnutsuzlukla başlamıştı ama kısa sürede bölgesel bir stratejinin parçasına dönüştü. 1980’lerde yükselen bu isyan, yalnızca Hindistan-Pakistan hattında değil, Washington’dan İslamabad’a, Moskova’dan Kabil’e kadar uzanan bir satranç masasında ileri sürülen piyonlardan sadece biriydi.
Keşmir’de 1990’larda Gerilim, Nükleer Sınır ve İnsan Hakları Krizi
1990’lı yıllar, Hindistan ve Pakistan arasında Keşmir üzerindeki tarihsel gerilimin yeni bir evreye taşındığı on yıl oldu. Bu dönem, bir yandan diplomatik adımlar ve nükleer denemelerle şekillenirken, diğer yandan da Keşmir Vadisi’nde yoğun insan hakları ihlalleri ve silahlı çatışmalarla tarihe geçti.
1990: Doğrudan Yönetim ve Şiddet Döngüsünün Başlangıcı
Ocak 1990’da Hindistan, Cemmu ve Keşmir’de doğrudan merkezi yönetimi devreye soktu. Bu karar, bölgede zaten artmakta olan militan hareketliliğe karşı bir güvenlik önlemi olarak görüldü. Ancak sonuçları ağır oldu. Güvenlik güçleri, barışçıl göstericilere ateş açmak, keyfi tutuklamalar ve yargısız infazlar gibi ciddi insan hakları ihlalleriyle suçlandı. Militan gruplar da sivillere yönelik bombalı saldırılar ve suikastlar düzenledi. Bu ortamda yaklaşık 100.000 Hindu Keşmirli, evlerini terk etmek zorunda kaldı.
1991–1992: Diplomatik Temaslar ve Kimyasal Silahların Yasaklanması
1991’de Hindistan ve Pakistan, askeri tatbikatlar ve hava sahası ihlalleri konusunda karşılıklı bilgi verme konusunda anlaştılar. 1992’de ise iki ülke, kimyasal silahların kullanımını yasaklayan bir ortak bildirge yayımladı. Ancak diplomatik çabalar, sahadaki şiddeti durdurmaya yetmedi.
1993: Yeni Bir Siyasi Aktör – Tüm Partiler Hurriyet Konferansı
1993 yılında bağımsızlık yanlısı gruplar, Tüm Partiler Hurriyet Konferansı (All Parties Hurriyat Conference) çatısı altında birleşti. Ancak bu oluşum, iç çekişmeler ve yolsuzluk iddiaları nedeniyle uzun vadede etkili bir siyasi güç haline gelemedi. Aynı dönemde Hindistan devleti, silahlı direnişi bastırmak amacıyla teslim olan eski militanlar ile bazı yerel unsurlardan oluşan paramiliter yapılar oluşturmaya başladı. 1994 civarında öne çıkan bu grupların en bilineni, eski Eski Hizb-ul Mücahidin üyelerinin oluşturduğu ve İhvan-ul Müslimun (Ikhwan-ul Muslimoon) olarak bilinen yapıdır. Bu tür gruplar, Hindistan güvenlik güçleriyle koordinasyon içinde yürütülen kontrgerilla operasyonlarında kullanıldı. Ancak zamanla bu yapıların çok sayıda insan hakları ihlaline — işkence, yargısız infaz ve sivillere yönelik saldırılar gibi — karıştığı ulusal ve uluslararası raporlara yansıdı.
1996: Seçimler ve Eyalet Yönetiminin Geri Dönüşü
1989’dan sonra ilk kez eyalet seçimleri yapıldı. Militan gruplar boykot çağrısı yapmış olsa da seçimler gerçekleşti ve Faruk Abdullah liderliğinde Ulusal Konferans partisi iktidara geldi. Ancak seçmenlerin güvenlik güçlerince sandığa zorlandığına dair birçok şikâyet gündeme geldi.
1998: Nükleer Dönüm Noktası
1998’de Hindistan peş peşe beş nükleer deneme yaptı. Pakistan da buna altı nükleer testle yanıt verdi. Bu gelişmeler, iki ülkeyi resmen nükleer güç statüsüne taşıdı ve bölgedeki tansiyonu tehlikeli şekilde yükseltti. Aynı yıl her iki ülke de uzun menzilli füze denemeleri gerçekleştirdi. Uluslararası kamuoyu, olası bir nükleer çatışma korkusuyla bu gelişmeleri yakından izledi.
1999: Bir Barış Umudu ve Kargil Savaşı
1999’un başında, Hindistan Başbakanı Atal Bihari Vajpayee ve Pakistan Başbakanı Nawaz Şerif, Lahor’da bir araya geldi. Taraflar, Simla Anlaşması’na bağlılıklarını yineleyerek barışçıl çözüm vurgusu yaptı. Ancak bu umut kısa sürdü. Aynı yıl, Pakistan ordusu Keşmir’in Kargil bölgesinde Kontrol Hattı’nı aşarak Hindistan’a ait mevzileri ele geçirdi. Yüksek rakımlı, karla kaplı dağlarda süren çetin çatışmalar sonucunda Hindistan ordusu kontrolü yeniden sağladı. Böylece, Kargil Savaşı bölgedeki barış umutlarını sarsan bir dönüm noktası oldu.
Silahlı Gruplar ve Askeri Varlık (1999 İtibarıyla)
1999’a gelindiğinde Keşmir’de en etkin gruplar arasında Hizb-ul Mücahidin, Harkat-ul Ensar ve Leşker-i Tayyibe yer alıyordu. Bu grupların çoğu Pakistan’dan silah, eğitim ve lojistik destek alıyor; ancak Pakistan hükümeti bu iddiaları resmî olarak reddediyordu.
Hindistan ise bölgede yaklaşık 400.000 asker ve federal güvenlik gücü konuşlandırmıştı. Özellikle Rashtriya Rifles (yani Ulusal tüfekler) gibi birlikler kontrgerilla operasyonlarında aktifti. Yerel güvenlik güçleri ise genellikle operasyonlara dâhil edilmiyor, hatta bazen militanlara sempatiyle baktıkları ileri sürülüyordu. Buna karşın, dışarıdan getirilen personelle oluşturulan özel polis birlikleri –örneğin Özel Görev Gücü (STF) ve Özel Harekat Grubu (SOG) – yerel meşruiyet yaratma çabası olarak değerlendirildi.
Keşmir Vadisi’nde Hak İhlalleri ve Sessizleşen Direniş
Srinagar‘dan Anantnag’a kadar uzanan Keşmir Vadisi, 1989’dan bu yana silahlı isyanın merkez üssüydü. Ancak zamanla Hindistan’ın sert karşı-militan stratejileri, bu grupların kapasitesini ciddi biçimde zayıflattı. Birçok lider tutuklandı ya da infaz edildi. Protestoların sembol olaylarından biri, 1998’de bir militan liderin gözaltında infaz edilmesiydi. Gözaltılar genellikle mahallelerin topluca tarandığı operasyonlarla gerçekleşiyor, zanlılar muhbirlerin işaretleriyle seçiliyordu. İnsan Hakları İzleme Örgütü ve diğer kuruluşlar, çok sayıda yargısız infaz ve işkence vakası belgeledi. Bu raporları merak edenler için İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün konuyla ilgili sayfasını şuraya bırakıyorum: https://www.hrw.org/reports/1999/kashmir/abuses.htm
Sonuç: Nükleer Gerilim ve İnsan Hakları Kıskacında Keşmir
Sonuç olarak 1990’lar, Keşmir’in yalnızca iki ülke arasındaki bir sınır sorunu değil; aynı zamanda sivil halkı hedef alan büyük bir insan hakları krizi olduğunu da ortaya koydu. Diplomatik adımlar, nükleer gerilimi kontrol altında tutmaya çalışırken; sahadaki şiddet, baskı ve direniş, Keşmir’in kaderini çok daha karmaşık hâle getirdi.
2000’ler: Süregelen Gerilimler, Diplomatik Girişimler ve Mumbai Saldırıları
2000’li yıllar boyunca Hindistan ile Pakistan arasında süregelen gerilim, özellikle Keşmir sınırını oluşturan Kontrol Hattı boyunca sık sık askeri çatışmalarla kendini gösterdi. Bölgedeki güvenlik krizi, diplomatik çabalara rağmen istikrar kazanamadı.
Aralık 2001’de, Hindistan Parlamentosu’na düzenlenen silahlı saldırı sonucu 14 kişi hayatını kaybetti. Yeni Delhi yönetimi, saldırının arkasında Pakistan merkezli silahlı örgütlerin bulunduğunu ileri sürdü. Bu olay, iki ülkenin Kontrol Hattı boyunca büyük askeri yığınaklarla karşı karşıya gelmesine neden oldu. Nükleer savaş ihtimalini gündeme getiren bu kriz, ancak Ekim 2002’de uluslararası arabuluculuk sayesinde yatıştırılabildi.
Bu dönemde, 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından Batı’dan artan baskılarla karşı karşıya kalan Pakistan Devlet Başkanı Pervez Müşerref, Ocak 2002’de ülkesindeki aşırılık yanlısı gruplarla mücadele edeceğini taahhüt etti. Bu çerçevede, Cemaat-ül İslamiye, Leşker-i Tayyibe ve Ceyş-i Muhammed gibi örgütlerin yasaklanacağı ilan edildi. Ancak bu vaatler büyük ölçüde uygulamaya geçmedi; Keşmir’deki şiddet olayları devam etti.
Mayıs 2002’de, Cammu bölgesindeki Kaluchak askeri üssüne düzenlenen saldırıda 34 kişi hayatını kaybetti. Saldırının kurbanlarının çoğu kadın ve çocuklardan oluşuyordu. Bu olay, Hindistan ve Pakistan’ı bir kez daha savaşın eşiğine getirdi.
2003 yılında, Pakistan lideri Müşerref, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada Kontrol Hattı boyunca ateşkes çağrısında bulundu. Bu çağrının ardından Hindistan ve Pakistan, gerilimi azaltmak üzere bir ateşkes anlaşmasına vardı. 2004 yılında Müşerref ile Hindistan Başbakanı Atal Bihari Vajpayee arasında doğrudan görüşmeler gerçekleştirildi. Aynı yıl, Kontrol Hattı üzerinden ticari ilişkilerin kurulması yönünde adımlar atıldı.
Ancak bu diplomatik ilerlemeler, sahadaki şiddeti tam olarak durduramadı. 2007 yılında, Hindistan ile Pakistan arasında sefer yapan Samjhauta Express trenine Panipat yakınlarında düzenlenen bombalı saldırıda 68 kişi yaşamını yitirdi. Hindistan hükümeti saldırıdan Hindu milliyetçisi grupları sorumlu tuttu, ancak saldırıyla ilişkilendirilen sanıklar daha sonra serbest bırakıldı.
Kasım 2008’de, Mumbai kentinde gerçekleştirilen büyük çaplı terör saldırılarında 160’tan fazla kişi hayatını kaybetti. Hayatta yakalanan tek saldırgan Ajmal Kasab, Pakistan merkezli Lashkar-e-Taiba örgütü üyesi olduğunu ve saldırıların Pakistan topraklarında planlandığını itiraf etti. Kasab, 2012 yılında Hindistan’da idam edildi. Hindistan yönetimi, saldırıların arkasında Pakistan istihbarat servislerinin bulunduğunu öne sürdü. 2009 yılında ise Pakistan hükümeti, saldırıların kısmen Pakistan’da planlanmış olabileceğini kabul etti, ancak resmi makamların saldırılarda doğrudan rolü olduğunu reddetti.
2010’lar: “Şah Damarı”, Uri ve Pulwama Saldırıları
2014 yılında, dönemin Pakistan Genelkurmay Başkanı General Raheel Sharif, Keşmir’in Pakistan’ın “şah damarı” olduğunu ilan etti ve meselenin Birleşmiş Milletler kararları çerçevesinde, Keşmir halkının iradesine uygun şekilde çözülmesi gerektiğini vurguladı. Aynı yıl Hindistan’da Narendra Modi başbakanlık görevine geldi. Sert güvenlik politikalarıyla tanınan Modi, Pakistan’a karşı daha kararlı bir duruş sergileyeceğini belirtmiş, ancak diplomatik diyaloğa da açık bir tutum sergilemişti. Bu çerçevede, Pakistan Başbakanı Nawaz Şerif, Modi’nin yemin törenine katılmak üzere Delhi’ye gitmişti.
Ancak bu ılımlı başlangıca rağmen, sahadaki gelişmeler hızla gerilimi tırmandırdı.
2016 yılında, silahlı militanlar Hindistan kontrolündeki Keşmir’in Uri bölgesine saldırarak 17 Hint askerini öldürdü. Hindistan, bu saldırıya karşılık olarak Pakistan tarafındaki militan kamplarına “cerrahi operasyon” adı altında hava saldırıları düzenlediğini açıkladı. Bir yıl sonra, 2017’de Hindistan Pencap eyaletindeki Pathankot hava üssüne düzenlenen başka bir saldırı nedeniyle, Hindistan yönetimi Pakistan merkezli grupları suçladı. Bu olayların ardından Modi, İslamabad’da yapılması planlanan bölgesel zirveye katılmaktan vazgeçti.
Diplomatik ilişkiler kopma noktasına gelirken, 2019 yılında yaşanan Pulwama saldırısı iki ülke arasındaki tansiyonu zirveye taşıdı. Hindistan kontrolündeki Keşmir’in Pulwama bölgesinde düzenlenen intihar saldırısında 40 Hint paramiliter askeri hayatını kaybetti. Saldırıyı Pakistan merkezli Jaish-e-Muhammed örgütü üstlendi. Bu olayın hemen ardından, Hindistan Hava Kuvvetleri Pakistan’ın Hayber Pahtunhva bölgesindeki Balakot kentine hava saldırısı düzenledi. Hindistan, bu saldırıda onlarca militanın öldürüldüğünü iddia ederken, Pakistan bu iddiaları yalanladı ve yalnızca ormanlık alanların hedef alındığını bildirdi.
Aynı yıl, Hindistan hükümeti Keşmir’e özel statü tanıyan Anayasa’nın 370. maddesini yürürlükten kaldırdı. Bu adım, Keşmir’in özerk yapısının fiilen sona erdirilmesi anlamına geliyordu. Kararın ardından binlerce Keşmirli sivil ve siyasetçi tutuklandı. Bu kişiler, uluslararası insan hakları örgütlerinin “baskıcı” olarak tanımladığı terörle mücadele yasaları kapsamında gözaltına alındı. Böylece Keşmir sorunu, diplomatik çabalarla çözülebilecek bir mesele olmaktan uzaklaşıp yeniden küresel bir insan hakları krizine dönüştü.
2020’ler: Pahalgam Saldırısı ve “Sindoor Operasyonu”
2025 yılına gelindiğinde Keşmir’deki gerilim, yeniden tırmanışa geçti.
22 Nisan’da, Hindistan kontrolündeki Keşmir’in Pahalgam bölgesinde turistleri hedef alan silahlı bir saldırı gerçekleştirildi. Olayda 25 Hint vatandaşı ve bir Nepalli hayatını kaybetti. Olaydan sağ kurtulanlar, saldırganların özellikle Hindu erkekleri hedef aldığını ifade etti. Saldırıyı, Keşmir’in bağımsızlığını savunan ve daha önce de benzer eylemleri üstlenen “Direniş Cephesi” (The Resistance Front – TRF) adlı örgüt üstlendi. Hindistan, Direniş Cephesi’nin Pakistan merkezli Lashkar-e-Taiba (LeT) örgütünün bir uzantısı olduğunu ileri sürdü. Pakistan ise bu suçlamaları reddederek, olayla ilgili bağımsız ve tarafsız bir soruşturma yapılması çağrısında bulundu.
Saldırının üzerinden çok geçmeden, 7 Mayıs’ta Hindistan, “Sindoor Operasyonu” adını verdiği bir dizi hava saldırısıyla karşılık verdiğini açıkladı. Hindistan Savunma Bakanlığı, bu operasyonun, saldırının sorumlularını “hesap vermeye zorlamaya” yönelik kararlı bir adım olduğunu açıkladı. Pakistan ise saldırıları “sebepsiz ve kışkırtıcı” olarak nitelendirdi. Hindistan’a göre operasyon, Pakistan ve Pakistan kontrolündeki Keşmir’de belirlenen militan hedeflere yönelikti. Ancak Pakistanlı yetkililer, saldırıların yalnızca silahlı grupları değil, sivil yerleşimleri de hedef aldığını ve altı farklı şehirde en az 31 kişinin hayatını kaybettiğini bildirdi.
Pakistanlı yetkililere göre, Çarşamba gününden bu yana süren Hint hava saldırıları ve sınır ötesi top atışlarında, Pakistan ve Pakistan kontrolündeki Keşmir’de en az 36 kişi hayatını kaybetti. Buna karşılık Hindistan ordusu, Pakistan’dan açılan topçu ateşinde en az 21 sivilin yaşamını yitirdiğini bildirdi.
Cuma gecesi çatışmalar daha da yoğunlaştı. Her iki taraf da birbirini hava üslerini ve askeri noktaları hedef almakla suçladı. Hindistan ordusu, Pakistan’ın batı sınır hattında yoğun İHA saldırıları ve topçu bombardımanları gerçekleştirdiğini ve bunun sivilleri tehlikeye attığını ileri sürdü. Pakistan ise bu iddiayı reddetti.
Buna karşılık, Pakistanlı yetkililer Hindistan’ın Ravalpindi – başkent İslamabad’a sadece 10 kilometre mesafede – ile birlikte Çakval ve Şorkot’taki hava üslerine füze saldırısı düzenlediğini ve kendilerinin buna karşılık verdiğini belirtti.
Bu gelişmeler, nükleer silaha sahip iki ülke arasında yeniden sıcak çatışma endişelerini gündeme taşımışsa da programın başında bildirdiğimiz gibi nihayet bir ateşkes imzalandı. Anlaşma kapsamında taraflar, askeri iletişim hatlarını ve acil durum bağlantılarını yeniden aktif hale getirdiler ve nihayet dünya rahat bir nefes aldı.
Peki bir kaç gündür Hindistan ve Pakistan Resmen Savaşta mıydı?
Hayır, resmi olarak savaş ilan edilmedi. Füze ve İHA saldırıları gibi yoğun çatışmalara rağmen, her iki ülke de askeri faaliyetlerini “sınırlı ve hedefli operasyonlar” olarak tanımladı. Hindistan, Pahalgam saldırısına karşılık “Sindoor Operasyonu“nu başlatırken, Pakistan buna “Bunyan Marsoos” adlı misilleme operasyonuyla karşılık verdi. Ancak bu durum, tarafların geçmişte de savaş ilan etmeden ağır çatışmalara girdiği örneklerle benzerlik taşıyor.
Savaş Ne Zaman “Savaş” Sayılır?
Uluslararası hukukta “savaş” yerine genellikle uluslararası silahlı çatışma terimi kullanılır. Taraflardan biri resmi olarak savaş ilan etmese bile, iki devlet arasında gerçekleşen her türlü silahlı çatışma bu kapsama girer.
Uzmanlara göre, Hindistan ve Pakistan arasındaki son gerilimler, yasal olarak savaş tanımına yaklaşsa da daha çok güç gösterisi ve iç kamuoyuna mesaj verme amacı taşıyor. Örneğin Hindistan’ın İndus Suları Antlaşması’nı askıya alması, Pakistan tarafından “hasmane bir eylem” olarak yorumlandı.
Siyaset bilimciler, bir çatışmanın ‘savaş‘ sayılabilmesi için genellikle en az bin askeri ölüm gibi belli bir şiddet düzeyine ulaşması gerektiğini söyler. Ancak devletler açısından bir savaş, resmen ilan edildiği anda başlamış kabul edilir. Uzmanlar, bu tür hamlelerin tehlikeli bir sarmala dönüşebileceği konusunda uyarıyor.
Peki Ülkeler Neden Resmen Savaş İlan Etmekten Kaçınıyor?
Uluslararası hukuk uzmanlarına göre, 1945’te Birleşmiş Milletler Şartı’nın kabulünden sonra ülkeler artık savaş ilan etmekten kaçınıyor. Çünkü resmi bir savaş ilanı, uluslararası hukukta genellikle yasadışı güç kullanımı olarak değerlendirilir.
Bir çatışmanın resmen “savaş” olarak tanımlanması, taraf devletlere uluslararası hukuk çerçevesinde çeşitli yükümlülükler getirir. Bu; savaş suçları, sivillerin korunması, esir muamelesi gibi konularda Cenevre Sözleşmeleri’ne uyma zorunluluğu anlamına gelir. Bu nedenle devletler, askeri operasyonlarını farklı terimlerle ifade etmeyi tercih eder.
Hindistan ile Pakistan arasında son yaşanan gerilimde de benzer bir tablo görülüyor. Her iki taraf, birbirini “saldırgan” olarak suçladı ama kendilerini yalnızca savunma amaçlı askeri operasyonlar yürüttüklerini ileri sürdü.
Aslında “savaş” kavramının resmi ve evrensel bir tanımının olmaması, ülkelerin uzun süreli askeri faaliyetleri savaş ilan etmeden yürütmelerine olanak tanıyor. Bu belirsizlik, askeri eylemlerin siyasi ya da diplomatik tercihlere göre tanımlanmasını kolaylaştırıyor.
Örneğin:
- Rusya, 2022’de Ukrayna’ya saldırısını “özel askeri operasyon” olarak tanımladı. Oysa bu operasyon kara birliklerini, hava bombardımanlarını ve şehir işgallerini içeriyordu.
- ABD, 1950’lerdeki Kore Savaşı’nı “polis harekâtı” (police action) olarak adlandırdı. ABD Başkanı Harry S. Truman, Kongre’den savaş ilanı istemedi. Bu adlandırma, Amerikan kamuoyunda ve siyasette eleştirilere yol açtı. Çünkü çatışmanın ölçeği ve süresi, tam teşekküllü bir savaş niteliğindeydi. Ayrıca sonrasında Afganistan ve Irak’taki askeri faaliyetlerini ise genellikle “terörle mücadele operasyonları” çerçevesinde sundu.
- İsrail, Gazze’ye yönelik 2014 saldırısını -ki çoğu sivil 2.200 Filistinli ölmüştü -“Koruyucu Hat Operasyonu” olarak isimlendirdi ve sınır ötesi faaliyetlerini çoğu zaman “askeri kampanya” şeklinde tanımladı.
Hangi Ülkeler Kimin tarafını Tuttu?
Son Hint-Pakistan çatışmasında küresel ve bölgesel güçlerin tutumu dikkat çekti. ABD, geleneksel olarak Hindistan ile stratejik ilişkiler kurmuş olsa da, Pakistan’la da terörle mücadele konusunda iş birliği yapıyor ve genellikle tarafsız bir yaklaşım sergiliyor. Çin, Pakistan’ın güçlü bir müttefiki olarak Keşmir’deki gerilimde Pakistan’ı desteklerken, Hindistan’la sınırda yaşadığı gerilimleri de yakından takip ediyor. Rusya ise Hindistan ile daha yakın ilişkiler geliştirmiş olsa da, resmi olarak tarafsız kalıp barışçıl bir çözüm çağrısında bulunuyor.
Birleşik Krallık ya da ağız alışkanlığıyla İngiltere diyelim, tarihsel bağları nedeniyle Hindistan’a yakın durmakla birlikte, Pakistan’la da ilişkilerini sürdürüyor ve her iki ülke arasında çözüm için çaba harcıyor. Suudi Arabistan, genellikle Pakistan’ı desteklese de Hindistan ile de dengeli ilişkiler kurmaya çalışıyor. İran her iki ülke ile de iyi ilişkiler kurarak, genellikle tarafsız kalıp barış çağrısında bulunuyor. İsrail, son genellikle Hindistan’a daha yakın duruyor. İsrail, Hindistan’a savunma alanında büyük miktarda silah ve teknoloji desteği sağlıyor ve bu ilişkiler son yıllarda giderek güçlenmiş durumda. Avrupa Birliği (AB), Hindistan ve Pakistan arasındaki son çatışmalarda genellikle tarafsız bir duruş sergilemeye çalıştı. AB, bölgedeki gerilimi tırmandırmamak için her iki ülkeyi de diyaloğa çağırırken, uluslararası hukuk ve insan hakları ihlalleri konularında endişelerini dile getirdi. Türkiye ise açıkça Pakistan’ı destekliyor, Hindistan’ın Keşmir’deki politikalarını eleştiriyor ve bölgesel barış için diplomatik bir yaklaşım sergiliyor.
Hintli Müslümanların Kurtuluş Savaşındaki Yardımı
Hatırlarsanız, 8 Ekim 2005’te Pakistan’da Keşmir bölgesinde meydana gelen 7,6 büyüklüğündeki depremde yaklaşık 75 bin kişi hayatını kaybetmişti. Deprem sonrası Türkiye İş Bankası, Pakistan’daki depremzedelere 1,7 milyon YTL yardım göndermişti. Bu yardım, bankanın kuruluşundaki Pakistan desteğini de hatırlatmıştı. Hindistan’daki Müslümanların, yani bugünkü Pakistan’ın, Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’na mali katkıları çok önemli bir rol oynamıştı. Bu destek, Garp yani Batı Cephesi’ni güçlendirerek, savaş sonrası İş Bankası’na sermaye sağlayarak Türkiye’yi yabancı banka tekelinden kurtarmıştı.
1919-1922 yılları arasındaki Türk bağımsızlık savaşında, Hint Müslümanları Lord Kinross’a göre 125 bin sterlin, İktisatçı yazar Mazhar Leventoğlu’nun Atatürk’ün Vasiyeti kitabına göre göre 500-600 bin TL yardım göndermişti. Atatürk bu yardımla iki tümeni silahlandırmıştı. Yardımlar, Banka Di Roma, İran Bankası, Hollanda Ticaret Şirketi, Bombay’daki Afganistan Konsolosluğu ve Hindistan İmparatorluk Bankası gibi müesseseler aracılığıyla yapılmıştı. Büyük Taarruz sonrasında, artan 3 bin TL, Bakanlar Kurulu kararıyla Atatürk’e verilmiş ve bu parayla Tekir, Şovelya Piloğlu ve Karabasamak çiftlikleri satın alınmış, 250 TL ile yeni parlamento binası için inşaat yapılmış ve 250 TL de İş Bankası’na sermaye olarak aktarılmıştı. Kalan para ise bankada açılan hesaba yatırılmış ve çiftliklerin gelirleri de bu hesaba dahil edilmiştir. Atatürk, Hindistan’dan gönderilen paranın kalanı ile açılan bu son hesap üzerinden kişisel hiçbir harcama yapmamıştır. Konunun detaylarına ilgi duyanlar için akademik makaleye şu linkten ulaşabilirsiniz: https://dergipark.org.tr/tr/pub/egetid/issue/5035/68579
Neyse konuyu dağıtmayalım. Keşmir meselesi sadece Hindistan ve Pakistan’ı değil, küresel ve bölgesel güçleri de doğrudan etkileyen bir konu haline gelmiş durumda. Bu ülkeler kendi çıkarları doğrultusunda açıkça ya da gizlice taraflara destek verirken, barış için de çeşitli diplomatik girişimlerde bulunuyor.
Sonuç olarak Keşmir meselesi, sadece Hindistan ile Pakistan arasındaki bir sınır anlaşmazlığı olmanın ötesinde, bölgesel barışı tehdit eden ve küresel jeopolitik dengeleri etkileyen karmaşık bir sorun… Bu çatışmanın çözümü, yalnızca iki ülkenin değil, tüm dünyanın ortak bir çabasıyla mümkün olabilir. Umut ediyoruz ki, daha fazla kayıp ve acı yaşanmadan, taraflar arası diyalog ve uluslararası iş birliği sayesinde Keşmir halkı için kalıcı bir barış sağlanır.