Son Bulgular Işığında Pompeii Felaketi: Küller Arasında Kalan Uygarlığın gerçek Hikayesi
24 Ağustos 79 sabahı…
Napoli Körfezi’nde güneş yeniden doğuyordu.
Pompeii ve Herculaneum’da yaşam, sessizce uyanıyordu.
Fırınlardan taze ekmek kokuları yükseliyor, hamamların mermerleri buharla parlıyordu.
Her şey olağandı…
Ama yerin derinliklerinde, sessizlik yerini öfkeye bırakmak üzereydi. Yanardağın kalbinde, ölüm çoktan uyanmıştı.
Vezüv patladığında, kimse hazırlıklı değildi.
Gökyüzü kararırken, toprak öfkesini kusuyordu.
Bugünden bakınca, felaketin ayak sesleri açıkça duyuluyor…
Ama o zamanlar, kimse bu sessiz uyarıları fark edemedi.
Kısa süre içinde gökyüzüne devasa bir kül bulutu yükseldi… O kadar yoğundu ki, gün ortasında gece karanlığı çöktü. İnsanlar başlarını göğe çevirip baktıklarında sadece dumanı gördü… Oysa Vezüv, Roma’nın görkemini, insanlığın belleğini küllerin arasına gömüyordu.
Şimdi bu sahneleri anlatırken aklınızda bazı görüntüler canlanıyor olabilir. Belki bir belgeselde izlediniz. Belki bir filmde Pompeii sokaklarında yürüyen insanları gördünüz. Ya da bir kitapta bu felaket hakkında bir şeyler okudunuz.
Ama bu videoda size daha önce karşılaşmadığınız bir şeyler sunmak istiyorum.
Yeni arkeolojik veriler, yeni jeolojik analizler ve doğru tarihsel belgeler ışığında, Pompeii’nin son saatlerini yeniden gözden geçireceğiz.
Böylece Vezüv patlamasıyla ilgili yıllardır tekrar edilen kalıpların ötesinde son araştırmaların neler söylediğini derli toplu bir sunumla birlikte keşfedeceğiz.
Hazırsanız, zamanda biraz geriye, yaklaşık iki bin yıl öncesine tarihin küllerine gömülmüş bir güne geri dönüyoruz…
PATLAMA
Burası Güney İtalya’nın bereketli toprakları… Roma İmparatorluğu’nun gözde tatil beldelerinden biri: Napoli Körfezi. Aristokratlar denize nazır villalarında keyif sürerken, tüccarlar limanlarda servet peşinde koşuyor; halk ise pazar yerlerinde, tapınak avlularında ve sıcak-soğuk hamamlarda sosyalleşmenin tadını çıkarıyordu. Görünürde her şey huzurlu, refah içinde ve canlıydı.
Ama bu güzel tablonun ardında gizli bir tehdit vardı…
Vezüv Dağı — pusuda bekleyen bu sessiz dev, adeta uyuyan bir ejderha gibi alev püskürtmek için doğru zamanı bekliyordu.
O yıllarda Vezüv, yemyeşil yamaçlarıyla bölge halkına pek masum görünüyordu. Öylesine uzun süredir sessizdi ki, insanoğlu onun bir yanardağ olduğunu bile unutmuştu. Zirvesinde otlayan keçiler, çevresinde kurulmuş köyler ve şehirler…Kimse bu huzurun bir gün sona ereceğini bilmiyordu. Zaman zaman dağdan çıkan dumanlar ise ‘doğal bir mucize’ sanılıyordu.
İşte bu huzurlu manzaranın gölgesinde, antik Roma’nın göz alıcı şehirleri yer alıyordu: Pompeii, Herculaneum, Stabiae ve Oplontis… Canlı, gürültülü ancak zarif şehirlerdi bunlar— heykellerle süslü meydanları, mozaiklerle bezenmiş evleriyle bize antik dünyanın gündelik yaşamına dair paha biçilemez ipuçları sunuyorlardı.
Ama kader günü geldiğinde…
Geriye kalan tek şey, taşlar arasında donup kalmış hayatlar oldu.
İki bin yıl sonra Pompeii adını duyduğumuz anda zihnimizde külle kaplı sokaklar, taş kesilmiş bedenler ve ansızın donakalmış bir hayat canlanıyor. Ama bu kent yalnızca dramatik bir yıkımın değil, aynı zamanda tarihin en sıra dışı arkeolojik keşiflerinden birinin simgesi.
Bunca zaman volkanik küllerin ve tüf tabakalarının altında gizlenen Pompeii, bu sayede neredeyse hiç bozulmadan günümüze ulaştı. Bu sayede, Roma İmparatorluğu döneminde sıradan bir günün nasıl geçtiğini, insanların evlerini nasıl döşediğini, sokaklarda ne konuştuklarını, hatta duvarlara ne tür yazılar yazdıklarını bile öğrenebiliyoruz. Kısacası Pompeii külle kaplanmış bir zaman aynası gibi antik yaşamın nefesini hâlâ içinde taşıyan bir hayalet şehir olarak bize çok öğretiyor.
Pompeii olmasaydı, Romalıların günlük hayatına dair pek çok detayı öğrenemeyecektik. Çünkü tarih kitapları genellikle imparatorları, savaşları ve büyük olayları anlatır.
Pompeii
MÖ 600’de kurulan Pompeii, önce Yunan ve Etrüsk’ün izlerini taşıdı…
Sonra Roma’nın gölgesinde serpildi; sokaklarında fırınlar, köşe başlarında barlar, hamamlar çoğaldı.
Orta sınıf Romalılara ev sahipliği yapan 20.000 kişilik bu canlı şehir, 3 kilometre uzunluğunda surlarla çevrili önemli bir ticaret merkeziydi.
Şehir, şaşırtıcı bir düzen içindeydi—tıpkı modern bir planın öncüsü gibi bloklara ayrılmıştı.
Bu bloklara insula denirdi ve her birinde yaşam tüm yönleriyle akıyordu. Denizden gelen biri, yani Marina Kapısı’ndan geçen bir yolcu, şehre ilk adımını attığında karşısına tanrıça Venüs’e adanmış o görkemli tapınak çıkıyordu. Depremlerle sarsılmıştı belki ama hâlâ orada, tüm zarafetiyle Pompeii’yi selamlıyordu
Sonra adımlar, kaçınılmaz biçimde Forum’a yönelirdi.
Ve Forum’un tam kalbinde, Jüpiter’in tapınağı göğe yükselirken, arka planda sessiz bir dev gibi Vezüv Dağı duruyordu— henüz uyanmamış bir kabus gibi oradaydı.”
Sokaklarda yürüdükçe, Roma mühendisliğinin ustalığı gözler önüne serilirdi.
Taş döşeli yollar, yükseltilmiş kaldırımlar ve yağmurda karşıdan karşıya geçmek için yerleştirilmiş basamak taşları…
Estetikle işlevselliğin kusursuz dengesi, her köşe başında hissedilirdi.
Ama Pompeii, yalnızca taşlardan ibaret değildi.
Şehir, sabahın ilk ışıklarından gecenin en karanlık saatlerine kadar yaşayan bir organizmaydı.
Pazarlar, meyhaneler, hamamlar, tiyatrolar… Ve evet, genelevler bile bu hayatın doğal bir parçasıydı.
Pompeii bir şehir değil, bizzat yaşamanın ta kendisiydi.
Bugün o taş sokaklarda yürürken yalnızca bir felaketin izlerini değil;
bir halkın soluduğu havayı, paylaştığı kahkahaları, ettiği kavgaları, yaşadığı aşklar ve edilen dualarla yoğrulmuş hayatı hissedersiniz.
Çünkü Pompeii, sadece küle dönmüş bir şehir değil. O, zamana direnen bir hayatın, hâlâ bizimle konuşan sessiz tanığıdır.
Bir liman kenti olarak, uzak diyarların denizcileri için bir mıknatıstı bu şehir.
Meyhaneleriyle, lokantalarıyla, genelevleri ve tiyatrolarıyla Pompeii, hem geçici konuklara hem kalıcı sakinlerine bir hayat sunuyordu.
Beyaz mermerden sarayları, fresklerle bezeli duvarları, zarif sütunlarıyla Roma’nın estetiğini taşıyordu.
Milattan sonra 79 yılında Vezüv’ün infilakı, yalnızca kentleri toprağa gömmedi;
Bu patlama, sadece taşları değil, anıları, umutları, yarım kalmış cümleleri de kül etti…
Bugün Vezüv, sessiz bir tanık gibi ufka bakıyor.
Taşlaşmış bedenler, donmuş anlar, yarım kalmış hayatlar…
Hepsi o küllerin hafızasında saklı.
Ve bu videoda, tarihin küllere yazdığı hikâyeyi birlikte dinleyeceğiz
Bir Yanardağın Sessiz Uyarısı
Felaket bir sabah aniden gerçekleşmedi.
Vezüv, aylardır, hatta yıllardır uyarı sinyalleri veren huzursuz bir devdi.
Aslında patlamadan 17 yıl önce, yani MS 62’de Pompeii büyük bir depremle sarsılmıştı. O kadar yıkıcıydı ki, şehirdeki birçok bina hâlâ tamir hâlindeydi.
Ancak o dönemde insanlar, yaşanan depremleri Vezüv’le ilişkilendiremedi. Çünkü doğa olaylarını açıklamak, o çağda bilimin değil; tanrıların gazabını yorumlamaya çalışan din adamlarının alanıydı.
Bugünse biliyoruz ki…
Modern jeofizik veriler ve volkanik tortu analizleri, 62 depreminin aslında büyük patlamanın bir habercisi olduğunu gösteriyor.
Bilim insanları, bu depremin magmanın yer kabuğu içinde yavaş yavaş yukarı doğru ilerlediği bir sürecin başlangıcı olduğuna inanıyor.
Vezüv’ün altında biriken bu yoğun baskı, her geçen gün daha da artmıştı.
Ve bir gün artık daha fazla dayanamadı.
Kül ve ponza taşları gökyüzünden yağmaya başlamıştı… Ponza taşı demişken nasıl bir şey olduğunu merak eden varsa işte bu. Yeri gelmişken bunu da görmek isteyebilirsiniz bu taş aslında Vezüv’den değil de Sicilya’da ki Etna yanardağının zirvesindeki kraterlerden aldığım soğuyarak taşlaşmış bir magma artığı… Oldukça sert ve ağır.
Neyse konuya dönersek Vezüv’den göğe uzanan kül bulutunu, Napoli Körfezi’nin karşı kıyısından bir delikanlı izliyordu.
O genç, yalnızca bir tanık değil; tarihin ilk doğa gözlemcilerinden biriydi:
Roma’nın büyük doğa bilgini Yaşlı Plinius’un yeğeni — Genç Plinius. Napoli Körfezi’nin kuzeybatı ucundaki Misenum’daki Roma donanma üssünde komutan olan Yaşlı Plinius, patlamayı gördüğünde hiç vakit kaybetmeden emir verdi: “Bir gemi hazırlansın!” Çünkü o, doğanın bu öfkesine yakından tanıklık etmek istiyordu. O yalnızca bölgedeki en üst düzey askerî yetkili değil, aynı zamanda doğal bilimler konusunda Roma’daki en bilgili kişiydi. 37 ciltten oluşan Doğa Tarihi adlı eseri, Latince yazılmış en uzun bilimsel metindir ve günümüze kadar ulaşmıştır.
Ama dağın eteklerinde başka bir sahne yaşanıyordu… Pompeii ve Herculaneum’da insanlar, bir anda gece karanlığına dönen bir gündüzün içinde, panik içinde sağa sola koşuşturuyordu. Kapılar kilitleniyor, değerli eşyalar gizleniyor, dualar ediliyor, çığlıklar yükseliyordu.
Kimisi at sırtında, kimisi arabayla… Kimisi yalınayak, sadece içgüdüleriyle hareket ederek kaçmaya çalışıyordu. Yaşlılar, hamileler ya da kaçmak yerine kalmayı seçenler… Onlar kaderlerini evlerinde karşılamaya karar vermişti.
Ve tüm bu kaosun ortasında Genç Plinius, izlediği bu doğa felaketini bir mektupla tarihe not düşecekti. Daha sonra Roma tarihçisi Tacitus’a yazdığı mektubunda, gökyüzüne yükselen o kül sütununu çam ağacına benzetmişti:
“Göğe doğru uzun bir gövdeyle yükseliyor, ardından dallara benzer bir şekilde yayılıyordu.”
Amcası Yaşlı Plinius işte bu ‘ağaca’ doğru yola çıktı. Ama yeğeni onunla gitmek yerine kıyıda kalıp gözlem yapmayı tercih etti… Ve bu karar, onun hayatını kurtaracaktı. Çünkü Yaşlı Plinius, Vezüv’ün sahile ulaştığı anda muhtemelen yanardağdan sızan gazların etkisiyle yaşadığı bir astım kriziyle askerlerinin arasında hayatını kaybetti.
Zaman ilerledikçe kül sütunu kendi ağırlığına dayanamadı. Vezüv’ün zirvesi çöktü… Ve bu çöküş, piroklastik akıntıların doğmasına neden oldu. Piroklastik akıntı, bir volkanik patlama sırasında yüksek hızla yamaçlardan aşağı inen aşırı sıcak gazlar, kül, taş ve lav parçacıklarının oluşturduğu 400–500 derece sıcaklıkta ölümcül bir karışımdır. Vezüv’ün yalnızca 7 kilometre batısında yer alan Herculaneum, bu ölümcül akıntılardan ilk vurduğu yer aolmuştur.
Pompeii ise biraz daha uzakta, yaklaşık 10 kilometre güneydoğudaydı. Piroklastik akıntı oraya ulaştığında sıcaklığı bir miktar düşmüş olsa da sonuç değişmedi: Hayat, bir anda dondu. Geriye evlerin arasında koşarak kaçmaya çalışanlar… Merdivenlere sığınanlar… Hatta birbirine sarılmış halde bulunan bedenler…
Patlama Tarihi Tartışması
Vezüv’ün öfkesine dair en eski tanıklık, bu gencin kaleminden çıkmıştır. Genç Plinius’un, yıllar sonra Roma tarihçisi Tacitus’a yazdığı mektuplar, bu felakete dair elimizdeki en değerli yazılı belgelerden biridir. Uzun bir süre boyunca, mektuplarında geçen ipuçları sayesinde, patlamanın tarihi 24 Ağustos 79 olarak kabul edildi.
Ancak zaman, külleri savurdukça yeni sırları da ortaya çıkardı. Son arkeolojik bulgular ve bilimsel analizler, bu tarihin doğru olmayabileceğini gösteriyor. Artık birçok araştırmacı, Vezüv’ün gerçekte Ekim ayının son günlerinde—muhtemelen 24 ya da 25 Ekim’de—patladığı görüşünde birleşiyor.
Peki, bu yeni tarih nereden çıktı?
2007’den bu yana süren Pompeii ve Herculaneum kazılarında ortaya çıkarılan bulgular, felaketin Ağustos’un kavurucu sıcağında değil, serin bir sonbahar gününde yaşanmış olabileceğine işaret ediyor.
Kalın yün pelerinler, şallar ve mantolar giymiş kurbanlar bulundu… Oysa Napoli’de Ağustos ayında böyle giysilere ihtiyaç duyulmaz.
Sokaklarda ve evlerde nar, kestane, incir ve üzüm gibi meyveler vardı. Hatta bazı şarap atölyelerinde, yeni ezilmiş üzüm posaları bulundu.
Tüm bu izler, bize hasat mevsiminin henüz başladığını fısıldıyor.
Ve böylece tarih, takvim yapraklarını sessizce Ekim’e çeviriyor…
Bir başka dikkat çekici bulgu ise, 2006 yılında patlamadan harabe olmuş Altın Bilezik Evi’ndeki kazılarda gün yüzüne çıkan bir bronz madeni paraydı. Bu para, İmparator Titus’un zaferlerini kutlayan özel bir zafer parasıydı. British Museum’da çalışan, Roma sikkeleri konusunda uzmanlaşmış bir İngiliz nümismat olan Richard Abdy, bu paranın, Titus’un hükümetinin ilk günlerinde, yani 24 Haziran 79’dan önce basıldığını vurguladı. Bu da, paranın Pompeii’de patlama öncesi dolaşımda olduğunu ve sadece iki ay içinde şehre ulaştığını gösteriyor. Bu bulgu ise, kimi uzmanlarca 24 Ağustos 79’da gerçekleştiği tarihini savunmak amacıyla kullanılsa da aslında 24 Ekim’i de doğruluyor.
Neyse ki modern bilim, kül altında gömülen sessiz tanıkları konuşturmayı başarıyor. Volkanik kül ve lav tabakalarında yapılan kimyasal analizler, patlamanın Ekim ayında yaşandığına dair ipuçlarını güçlendiriyor. Bazı kül katmanlarında bulunan hidratlı sülfatlar, nemli ve yağışlı bir havaya işaret ediyor—yani sonbahara. Ama asıl çarpıcı keşif, 2018’de Regio V bölgesindeki kazılar sırasında “Casa con Giardino” (Bahçeli Ev) adılı bir villanın duvarında, kömürle aceleyle yazılmış bir tarihti: Roma takvimine göre ‘XVI K NOV’, (1 Kasım’dan 16 gün önce), yani 17 Ekim. Villa patlama sırasında tadilattan geçiyordu. Muhtemelen bir işçi tarafından yazılmış olan yazıt, yapıldıktan kısa bir süre sonra duvarların sıvayla hızla kaplanması nedeniyle korunmuştu. Bu koruma, kömür yazısının patlamanın yıkımından sağ çıkmasını sağlamıştı. Bu veri tarihin yalnızca Ekim’e değil, neredeyse kesin bir güne bağlandığı anlamına geliyor. Plinius’un kitabının Orta Çağ boyunca yapılan kopyalarında bir yerde 24 Ağustos, bir başka yerde 24 Ekim yazılıdır. Belki de kopyalama sırasında bir yazıcının gözünden kaçan bir rakam, yüzyıllar boyu tarih kitaplarının yönünü belirlemiştir.
Bugün birçok arkeolog ve volkanolog, felaketin sonbaharda gerçekleştiği konusunda hemfikir.
Bu, yalnızca bir tarih düzeltmesi değil; insanların neden kalın giysiler içinde, neden meyve ve üzüm küspeleriyle dolu evlerde bulunduklarını da açıklıyor. Yine de bu konuda bilimsel bir fikir birliği henüz sağlanmış değil. Roma döneminde farklı bölgelerde farklı takvimler kullanılması, muhtemel yazıcı hataları ve sınırlı arkeolojik örnekler, tarihin kesin olarak belirlenmesini güçleştiriyor.
Modern Araştırmalar
Vezüv’ün 79 yılındaki patlaması hakkında her şey zaten biliniyor sanıyorsanız… bir kez daha düşünün.
Yeni çalışmalar, bu antik felaketin zaman çizelgesini olağanüstü ayrıntılarla yeniden yapılandırıyor. Ve sonuçlar, sadece tarihçilere değil, bugün hâlâ Vezüv’ün gölgesinde yaşamaya devam eden milyonlarca insan için de önemli uyarılar içeriyor. Araştırmalar, öncelikle felaketin düşündüğümüzden çok daha uzun sürdüğünü gösteriyor. 19 saat değil, tam 32 saat boyunca süren bir yıkım… Ve bu sadece başlangıç.
Smithsonian Enstitüsü’nden volkan uzmanı Benjamin Andrews’e göre, 2000 yıl önceki bu büyük patlamayı bu denli ayrıntılı anlayabilmemiz, bilimsel araştırmalar ve tarihi satırları eşzamanlı okumamız sayesinde mümkün oldu.
Uzun süredir, Vezüv’ün patlamasının iki temel evresi olduğu biliniyordu:
İlkinde kül ve ponza taşlarının gökyüzünden yağdığı sessiz bir ölüm, ardından sıcak gaz ve kaya parçalarından oluşan daha da ölümcül piroklastik akıntılar…
Ancak Napoli Üniversitesi’nden volkanolog Claudio Scarpati liderliğindeki ekip, bu resmi daha da detaylandırdı. 2.000 kilometrekarelik alandan 876 örnek topladılar. Ve bulgular şaşırtıcıydı: Patlama, toplam 17 piroklastik akıntıyla ilerlemişti.
Vezüv öyle şiddetle patladı ki, Plinius’un yazdığına göre her şey öğle saatlerinde başladı. Oysa bugün biliyoruz ki, göğe yükselen ‘şemsiye şeklindeki devasa bulut’ çok daha erken beliriverdi. İlk 17 saat boyunca kül, gaz ve ponza taşı göğe fırladı; kimi yerlerde bu yağmur 3 metreye kadar tortu biriktirdi. Bulut, 34 kilometre yüksekliğe ulaşarak gökyüzünü yararcasına yükseldi— bu, çoğu yolcu uçağının çıkabildiğinin üç katı kadar yükseklik demek.
Bu felaketin detaylı tanığı Genç Plinius olduğu için, benzer patlamalar bugün ‘Plinian’ adıyla anılıyor. İlk aşamada Pompeii’nin üstüne gözenekli ponza taşları yağdı. Volkanolog Domenico Sparice’ye göre bu taşlar çok sıcak değildi ama öylesine yoğundu ki 18 saat boyunca durmadan yağınca çatılar çöktü. Daha ilk gecede hayatlar, külle örtülü enkazın altında kaldı.
Geceyi sağ çıkanlar için bir umut belirmişti: Şafak öncesi yarım saatlik sessizlik… Taş yağmuru durmuş, ölüm bir anlığına geri çekilmişti. Bazıları ikinci kat pencerelerinden çıkıp sokaklara inmeye çalıştı. Kaçmak isteyenler oldu, dua edenler de.
Ama bu sessizlik, ölümün derin nefesiydi. Saat 07:07’de Vezüv’ün zirvesi çöktü ve içindeki tüm dehşeti serbest bıraktı. Artık gökten taş değil, kızgın gaz ve taşla dolu bir ölüm nehri akıyordu: piroklastik akıntı. 200 km hızla koşan bir ölüm duvarıydı bu. Pompeii’de kalanların çoğu, o ikinci gün hayata veda etti.
Ani ısı, bedenleri kül içinde dondurdu. Yüzler, ifadeler, hareketler—hepsi zamanla mühürlendi. Herculaneum’da bulunan yüzlerce iskelet, sırtüstü yatıyor, yüzleri güneye dönük, kolları kıvrılmıştı… Sanki ölüm, bir anlığına bedenle savaşmıştı. Bilim insanlarına göre bu pozisyonlar, ani ısı şokunun ve buharlaşan sıvıların izleri. Beyinler, bu şiddet karşısında adeta patlamıştı.
Bu gaz seli, 25 kilometre boyunca akarak Lattari Dağları’na kadar ulaştı. Pompeii susmuştu. Sonsuza dek. Ama kâbus bitmedi aniden ikinci aşama başladı. …
İnsanların kaçacak vakti yoktu. İster evde olsunlar ister sokakta… Aşırı sıcak, boğucu kül ve çöküşler… Sadece 15 dakika içinde binlerce Pompeii sakini hayatını kaybetti. Sparice’nin sözleriyle: “Büyük ihtimalle en kötüsünün geçtiğini düşündüler… Ama öyle değildi.”
Deprem mi, Lav mı? Pompeii’de Ölümün Üçüncü Perdesi
Uzun yıllar boyunca, Pompeii’yi yutan felaketin iki perdeden oluştuğu sanılıyordu. İlkinde gökyüzünü delen kül ve taş yağmuru, ardından ise cehennem gibi bir piroklastik akıntı… Ama şimdi bilim, bu iki ölümcül perde arasında, görünmeyen bir sahneyi daha aydınlatıyor: deprem.
2024’te yayımlanan yeni araştırmalar, Pompeii’de ölümün sadece külle ya da sıcak gazla gelmediğini gösteriyor. Özellikle doğu mahallelerinde, piroklastik akıntıdan önce ölen insanların kalıntıları, yıkılan duvarların ve çöken çatının altında bulundu. Bu, üçüncü bir darbenin—depremin—bu trajedide başrol oynadığını gösteriyor.
Bazı uzmanlara göre Vezüv, aslında uzun zamandır uyanıktı. Küçük depremler, halkın alıştığı günlük bir uğultuya dönüşmüştü. Belki de bu yüzden kimse büyük felaketin yaklaştığını fark etmedi. Sessiz bir tehlike, sıradan bir titreşim gibi geldi herkese… ta ki her şey bir anda altüst olana kadar.
Deprem
İkinci günün sabahı… Şafağın hemen ardından Pompeii bir kez daha sarsıldı. Bu kez yer, 5.8 büyüklüğünde bir depremle sarsıldı. Genç Plinius’un mektuplarında bahsettiği bu sarsıntının gerçek etkisi, uzun süre sadece bir satırdan ibaretti.
Ta ki iki adamın enkaz altındaki sessiz tanıklığına kadar.
50’li yaşlarındaki bu iki kişi, ne boğulmuştu ne de yanmıştı. Ezilmişti. Göğüs kafesleri parçalanmış, kafatasları çatlamıştı. Ve en çarpıcı detay: Duvar, önce yatay sarsılmış, sonra üzerlerine devrilmişti.
Volkanolog Domenico Sparice’ye göre bu, ölümün kül bulutundan değil, o akıntıdan en az yarım saat önce gelen depremden kaynaklandığını gösteriyor.
Belki de birçok insan, ilk geceyi sağ atlatmıştı. Ama tam kurtulacakken, şehir bir kez daha çöktü. Ve umutlar, taşların altında kaldı.”
Vezüv Patlaması: Hazırlıksız Bir Felaket
Ve saat 20:05’te, kabus sona erdi.
Vezüv sustu. Ama geriye, iki şehrin külle yazılmış ağıtı kaldı.
Plymouth Üniversitesi’nden volkanolog Paul Cole’un ifadesiyle:
“Bu felaket, tek bir büyük yıkımdan ibaret değilmiş. Tam aksine, ritmik, katman katman ilerleyen bir ölüm koreografisiymiş.”
Vezüv patlamasına, banyosunu yaptıktan sonra öğle yemeğini yerken yakalanan Yaşlı Plinius, gökyüzündeki duman sütununa merakla bakmışsa da, bunu bir tehlike sinyali olarak görmemişti. Çünkü Romalılar, deprem ile volkanik patlamalar arasındaki ilişkiyi anlamıyorlardı. Bugün ise bilim insanları, volkanik patlamaların önceden sismik hareketlerle belirli ipuçları verebileceğini biliyorlar. Vezüv’ün patlaması, uzun süreli bir durgunluğun ardından geldi ve bu da yaklaşan felaketin en net işaretlerinden biriydi. Ancak, Romalılar bu işaretleri fark edemediler.
Napoli Körfezi’nin kuzeyinde, yeni bir NATO üssünün inşaatı sırasında yapılan kazılar, beklenmedik bir gerçeği gün yüzüne çıkarmıştı. 79 yılında Vezüv’ün Pompei ve Herculaneum’u yok eden patlamasından çok önce, bölge en az iki büyük felaketi daha yaşamıştı. Bu patlamalar, o dönemin yerleşimlerini haritadan silmiş, geriye yalnızca küllerin içinde donup kalmış hayatlar bırakmıştı.
En yıkıcısı, yaklaşık MÖ 1800 yılında meydana gelen ve “Avellino tüfü” olarak adlandırılan patlamaydı. Arkeologların Nola yakınlarında yaptığı kazılar, binlerce yıl öncesine ait bir Tunç Çağı köyünü gün yüzüne çıkardı: külle kaplanmış evler, içinde hâlâ yiyecek kalıntıları bulunan kaplar, ahırlarda yatan hayvan iskeletleri… Her şey, sanki zaman bir anda duruvermiş gibi. Yani Pompeii’nin yaşattığı kâbusu nesiller önce çok önceden yaşayanlar vardı. Ancak Romalılar, bu toprakların geçmişinde böyle büyük bir felaketin yaşandığından habersizdi. Vezüv’ün asırlar süren sessizliği onları kandırmış, içindeki kötülüğü unutturmuştu.
Peki Pompeii’den Kurtulmak Mümkün müydü?
Evet… ama sadece hızlı davrananlar için.
Yeni araştırmalar, rüzgâr yönünün kuzeydoğudan estiğini gösteriyor. Güneybatıya doğru kaçanlar – yani Napoli yönüne gidenler – küllerin altında kalırken, kuzeye yönelenler daha güvenli alanlara ulaşabilmiş. Ne var ki birçok kişi, evlerini terk etmeye cesaret edememişti. Belki de bunun geçici bir sarsıntı olduğunu düşünmüşlerdi.
Muhtemel bir İstanbul depreminin gölgesinde yaşayanlar olarak Pompeii’nin felaketi bize şunu söylüyor: Doğa, zaman tanıyor. Ama o zamanı değerlendirmeyenleri affetmiyor.
Küller Altındaki Sessizlik
Vezüv sustuğunda, geriye sadece sessizlik kaldı. Çevredeki şehirlerden gelen insanlar, küllerin altında kalan Pompeii’yi aramaya koyuldular. Ama boşuna… Gözleriyle denizi taradılar ancak Vezüv, yalnızca şehri değil, limanı da yutmuştu. Kıyı hattı kilometrelerce içeri kaymıştı. Arayanlar, artık yerinde olmayan bir kıyıda arıyordu Pompeii’yi.
Ve şehir, 1.500 yıl boyunca zamanın belleğinde kayboldu.
Ta ki 1599’da bir kanal kazısı sırasında bir işçinin kazması bir duvara çarpana kadar… Domenico Fontana’nın mühendislik işleri, yerin altında uyuyan Pompeii’ye ilk kez dokundu. Renkli freskler ortaya çıktı. Bazıları uygunsuz, bazıları sadece geçmişin sesi gibiydi. Ama o dönem için (özellikle erotik içerikli olanlar) fazla cesur, fazla sarsıcıydılar ki toprağa yeniden gömülmelerine karar verildi.
Ve böylece, Pompeii daha keşif aşamasında yeniden unutuldu. Bu kez doğa değil, insanlar toprağa verdi onu. Gerçek keşif ise ancak yüzyıllar sonra başlayacaktı.
Yıl 1709. Güney İtalya’da, Resina adlı küçük bir kasabada bir işçi, bir manastır için kuyu kazarken küreği sert bir taşa takılır. Ama bu taş, sıradan bir taş değildir… Lavların altında yüzyıllardır saklı kalan Herculaneum’un, yani Pompeii’nin komşu kentinin mermer bir kalıntısıdır bu.
Bir anda, haber yayılır, heyecan büyür. Derme çatma kazılar başlatılır. Ama bilim değil, merak yön verir bu çalışmalara. Maddi kıymete sahip bir şeyler çıkmayınca bulunanlar toprağın altına geri gömülür.
Ta ki 1738’e kadar. Napoli Kralı VII. Carlo, bu gömülü şehri yeniden diriltmek ister. Çünkü bu antik kalıntılar, onun için sadece geçmişin değil, iktidarın ve sanatın da simgesidir. Avrupa’ya Napoli’nin kudretini gösterecek, krallığını kültürün tahtına oturtacaktır.
Kazılar başlar. Başlarında bir askerî mühendis vardır: Roque Joaquín de Alcubierre. Ama onun gözü heykellerde, altınlarda, hazinededir.
Ve tam o noktada, sahneye Karl Weber çıkar. İsviçreli bir mimar ve bilim insanı. O, duvarlardaki freskleri birer hazine değil, birer belge olarak görür. Katmanları dikkatle inceler, yapıları planlı bir şekilde ortaya çıkarır.
İşte o andan itibaren Herculaneum, suskun bir efsaneden tarihe açılan bir pencereye dönüşür. Ve biz, o pencerenin kıyısından geçmişi izlemeye başlarız.
Pompeii’nin keşfi ise biraz daha geç tarihlidir. 1748 yılında Napoli Krallığı’nda, sıradan bir su kanalı çalışması sırasında işçiler, toprağın içinde gizli bir dünyanın izlerine rastladılar. Renkleri solmamış freskler, taş döşemeli sokaklar, geçmişin tozunu hâlâ üstünde taşıyan bir şehir… Weber’in çizimleri, şehir planlarını kâğıda döktü; sokakları, evleri, dükkânları ve duvarlara kazınmış notları birer birer ortaya çıkardı.
Zamanla bu keşif, Avrupa’nın dört bir yanından entelektüelleri, sanatçıları ve gezginleri kendine çekti. Grand Tour yapan genç aristokratlar, antik Roma’yla tanışmak için Pompeii’nin sokaklarında dolaştı. İngiliz elçi Sir William Hamilton, sadece gözlemlemedi—katıldı, belgeledi, taşı toprağı notlara dönüştürdü. Ve bu belgeler, Batı sanatının yönünü değiştirdi.
Çünkü Pompeii, bir şehirden fazlasıydı. Zamanın durduğu bir sahneydi: Fırında yarım kalmış bir ekmek, panikle kaçarken düşen bir beden, duvarlara kazınmış aşk sözleri… Her şey olduğu gibi, her şey sanki dünmüş gibi…
Bu olağanüstü keşif, yalnızca Roma dünyasının değil, insanlık tarihinin en canlı sahnelerinden birini gözler önüne serdi. Çünkü Pompeii, sadece küllerin altındaki bir şehir değil; zamanın kendisiyle yüzleştiğimiz bir aynadır.
19.yüzyılın ortalarında Pompeii’de ciddi kazılar başladığında, bu tarihi şehir adeta geçmişin tozunu silkeleyip yeniden hayata dönüyordu. Ama tam bu noktada yeni bir felaket zinciri başlıyordu. Napoli Körfezi’nin kıyısındaki bu büyüleyici yerleşim, dört büyük depremle sarsıldı. Yetmedi, insan eliyle yaratılan felaketler peş peşe geldi. 1943’teki Müttefik bombardımanları, birçok önemli yapıyı yerle bir etti. Ancak belki de daha kötüsü, savaş sonrası yapılan sözde ‘restorasyon’lardı. Mafyanın kontrolündeki inşaat şirketlerinin özensiz çalışmaları, neredeyse bombalardan daha fazla zarar verdi kente. Zaman ilerledikçe sorunlar büyüdü. İki dünya savaşı, dört büyük ekonomik kriz… Özellikle 2008’deki küresel mali çöküşten sonra personel yetersizliği ve bütçe kesintileri yüzünden Pompeii’nin büyük kısmı adeta kaderine terk edildi. Harabelerin arasında başıboş köpekler dolaşıyordu, sürekli yaşanan sel baskınları tarihi temelleri aşındırıyordu. Ve 2010 yılı… Artık bardağı taşıran son damla geldi. ‘Gladyatörler Evi’ olarak bilinen o ünlü yapı aniden çöktü. Bu çöküş aslında bize çok şey anlatıyordu. O yılın sonunda, 110 dönümlük alanın sadece yüzde 13’ü ziyaretçilere açıktı. Geri kalanı ya çok tehlikeliydi, ya da hiç gün yüzüne çıkarılamamıştı. 1956’da halka açık olan 64 binadan sadece 10 tanesi ayakta kalabilmişti. Düşünebiliyor musunuz? Yüzyıllar boyunca ayakta kalan bir şehir, sadece doğanın değil, insan ihmalkârlığının da kurbanı olmuştu.
Yakın geçmişe, 2016 yılına doğru kısa bir yolculuk yapalım…
İtalya’nın elit kültürel koruma birimi, neredeyse bir polisiye filmi andıran bir operasyon gerçekleştirdi. İsviçre’nin Cenevre kentinde, sıradan görünen bir depoya yapılan baskında, kimsenin beklemediği bir keşif ortaya çıktı: Pompeii’ye ait eşsiz fresk parçaları. Bu 2.000 yıllık sanat eserleri, büyük olasılıkla 1990’larda, kentin neredeyse terk edilmiş ve korumasız alanlarından gizlice sökülüp kaçırılmıştı.
Yıllar boyunca, insanlık tarihinin bu nadide parçaları bir depoda, sessizce gizlenmiş haldeydi. Ancak bu olay sadece bir sanat kaçakçılığı vakası değil; aynı zamanda Pompeii’nin uzun süre nasıl ihmal edildiğinin, nasıl yağmalandığının açık bir kanıtıydı.
2010’dan itibaren, Pompeii bir çöküş sürecine girdi. Antik yapılar ardı ardına yıkılırken, freskler soldu, duvarlar döküldü, ve kurbanlara ait kalıntılar rüzgârla savrulmaya başladı. Uzmanların ise ortak bir uyarısı vardı: ‘Bu kriz, küçük müdahalelerle çözülemez. Burada köklü bir dönüşüm gerekiyor.’
Ve bu çağrı nihayet karşılık buldu.
2012 yılında Avrupa Birliği, yaklaşık 100 milyon dolarlık bir acil müdahale fonu sağladı. İtalyan devleti de bu çabaya 40 milyon dolarlık bir katkı sundu. Çünkü Pompeii, terk edilemeyecek kadar değerliydi.
Böylece, tarihin en büyük arkeolojik projelerinden biri resmen başladı: Büyük Pompeii Projesi.
Ama bu yalnızca bir restorasyon çalışması değil. Bu, geçmişi geleceğe bağlayan dev bir bilimsel laboratuvar. Mimarlar, arkeologlar, sanat tarihçileri, marangozlar, elektrikçiler, hatta diş hekimleri ve radyologlardan oluşan 200’den fazla uzman, sadece bir şehri onarmıyor; aynı zamanda onu dünya çapında bir kültürel merkez hâline getiriyorlar.
Bugün Pompeii ve komşusu Herculaneum, zamanı durduran iki eşsiz durak gibi… Geçmişle bağ kurmak isteyen herkes için birer açık hava arşivi. Ve o ilk kürek darbesiyle başlayan keşif yolculuğu hâlâ devam ediyor. Evet, hâlâ!
Pompeii, dünyada kesintisiz en uzun süredir kazılan arkeolojik alan olma unvanını koruyor.
Ve tüm bu yaşanan ihmallere, doğa felaketlerine rağmen… hâlâ her yıl üç milyondan fazla ziyaretçiyi ağırlıyor.
Bugün, sadece Çin Seddi, Terracotta Ordusu ve Roma Kolezyumu gibi anıtsal yapılar, ziyaretçi sayısında Pompeii’nin önüne geçebiliyor.
Pompeii, yalnızca geçmişin kalıntılarına ev sahipliği yapan bir antik kent değil…
Aynı zamanda, insanlığın hafızasını canlı tutan, küllerin arasından yeniden doğan bir zaman kapsülü…
Bugün Pompeii’de dolaşırken, antik Roma yaşamına dair benzersiz izlerle karşılaşıyoruz. Düzgün planlanmış sokaklar, villalar, dükkanlar, hamamlar, rengârenk freskler… Hepsi neredeyse olduğu gibi duruyor.
Ama en çarpıcı detaylar, gündelik hayattan gelen küçük ipuçlarında gizli. Örneğin o dönemin “fast food” dükkânlarında, tezgâhtaki delikler hâlâ duruyor—buralarda sıcak yemekler satılıyor, müşteriler ayaküstü atıştırıyordu. Sokaklardaki içme çeşmeleri, sabah akşam insan kalabalığıyla dolup taşan pazarlar, ve duvarlara yazılmış, “Julius buradaydı!” diye bağıran kırmızı grafitiler…
Ve tabii… en etkileyici sahneler, felaketten kaçamayan Pompeililerden geliyor. Arkeologlar, küllerin içinde insan bedenlerinin çürüyerek bıraktığı boşlukları fark ettiler. Bu boşluklara alçı dökerek, o insanları olduğu gibi yeniden canlandırdılar. Togaların kıvrımları, sandaletlerin kayışları, yüzlerindeki dehşet dolu ifadeler… Hepsi olduğu gibi günümüze ulaştı. Hatta eyerlenmiş bir at bile bulundu—sanki efendisini güvenli bir yere taşımaya hazırlanıyormuş gibi.
Pompeii ziyaretinizi tamamlamak isterseniz, Napoli Ulusal Arkeoloji Müzesi’ne de mutlaka uğrayın. Burada şehirden çıkarılan en değerli eserler sergileniyor. Ve evet, çok özel bir bölüm de var: erotik fresklerin yer aldığı “Gizli Oda.” 1819 yılında müzeye getirilen bu eserler, uzun süre sadece kralın izniyle görülebiliyordu.
Pompeii ve Herculaneum… Bunlar sadece taş kesilmiş şehirler değil. Zamanın akışını unutan iki sessiz tanık… Asırlar boyunca lavların altında uyudular. Ama şimdi, her duvar çizgisiyle, her taş döşemesiyle, sanki geçmişin kalbinden bize bir şeyler fısıldıyorlar.
Sokaklarda artık ayak sesleri yok, ama bu sessizlik bile bir hikâye anlatıyor. Her mozaik, her terkedilmiş eşya, her donmuş bakış—hepsi ‘biz buradaydık’ diyor.
“Pompeii ve Herculaneum artık sadece şehir değil, zamana direnen iki hayalet… İki bin yıl önce duran bir zamanın izleriyle, Romalıların yaşamına açılan eşsiz bir pencere gibi. Dar sokaklar, canlı freskler ve duvarlara kazınmış kelimeler hâlâ anlatacak çok şey taşıyor.
Her yeni keşif, bu küller altındaki sessiz dünyayı biraz daha gün ışığına çıkarıyor. Ama Pompeii’nin büyüsü sadece arkeolojik değil… Bu şehir, beni her defasında ilk kez karşılaşıyormuşum gibi heyecanlandırıyor. Çünkü bazı yerler vardır… Sadece görmek için gidilmez. Orada sokaklarda yüreğinizde eksik kaldığını sandığınız bir parçayı bulma umuduyla yürürsünüz. Ve bir bakmışsınız, bir gezgin olarak geldiğiniz yerden oranın tozu toprağıyla birlikte ruhunu da taşıyan birisi olarak ayrılıyorsunuz.