Güncel Yazılar İstanbul Olaylar

Konstantin’in Şehri: Doğu ile Batı’nın Buluştuğu Başkent

Roma İmparatorluğu’nun kaderi, 11 Mayıs 330’da efsanelerin gölgesinde şekillenen kadim kent Byzantion’un kutsal bir törenle Konstantinopolis’e dönüşmesiyle mühürlendi. Bu, yalnızca bir başkentin doğuşu değil, aynı zamanda bir medeniyetin rotasının değiştiği, tarihin yeni bir yörüngeye oturduğu andı.

İmparator Konstantin, görkemli bir törenle Roma’nın mirasını Doğu’ya taşıyan bu yeni başkenti Tanrı’nın inayetine ve Meryem Ana’nın koruyucu ellerine adadı. Ancak eski çağların ruhu, kentin taşında toprağında soluk bir hatıra gibi gizleniyordu. Hristiyanların duaları göğe yükselirken, eski çağların fısıltıları hala kentin refah ve kaderini belirlediğine inanılan şans tanrıçası Tyche’nin adını mırıldanıyor, kentin kaderini görünmez bir el gibi yönlendiriyordu.

O gün, imparatorun elinde kentin bu kadim tanrıçasının bir figürünü taşır suretteki heykeli, sokak sokak dolaştırıldı. Zamanla bu an, bir geleneğe de dönüştürülecekti; her yıl 11 Mayıs günü Konstantinopolis’in kuruluş yıldönümü olarak kutlandığında şehrin koruyucu tanrıçası olarak kabul edilen ve şehrin talihin ve refahını simgeleyen Tyche’nin (Yunan mitolojisindeki Tyche, Roma mitolojisinde Fortuna) heykeli de alnına iliştirilen bir Hristiyan haçıyla birlikte, halkın karşısına çıkarılıp, tören alaylarında taşınmaktaydı. Tıpkı bir çağın diğerine nasıl eklemlendiğini hatırlatan zamana kazınmış bir seremoni gibi.

Bir Başkentin Evrimi: Byzantion’dan Konstantinopolis’e

Konstantin, Byzantion’u başkente dönüştürmeye karar verdiğinde, ona resmî olarak Nova Roma—Yeni Roma—adını vermişti. Ancak, Konstantin’in sağlığında bile, halk ve özellikle Doğu’daki Hristiyan çevreler şehri, Konstantinopolis (“Konstantin’in Şehri“) olarak adlandırmaya başlamıştı. Açıkçası İmparatorun, kendi adını ölümsüzleştirmek istemesi muhtemeldir ki Hadrian’ın Hadrianopolis’i ve Büyük İskender’in İskenderiye’yi kurarken sergilediği vizyonu takip etmiş olabilir. Nova Roma adı, başlangıçta imparatorluk belgelerinde ve bazı yazıtlarda yer alsa da şehir kısa sürede kurucusunun adıyla anılmaya başlanmış, Konstantinopolis ismi imparatorluk genelinde baskın hale gelerek Nova Roma adını zamanla gölgede bırakmıştır.

Yeni başkentin temelleri 324 yılında atılırken, düzenlenen geleneksel törenlerle, yeni kara surlarının sınırlarını belirlemek için bir çizgi çekilmiş ve genişliği dört katına çıkan şehir ancak 328’de kutsanmıştı. Tarihçi Zosimos’un Yeni Tarih (Historia Nova) adlı eserinde 2. kitabın, 30-31. bölümlerinde verdiği sınırlara göre, bu yeni surlar yaklaşık sekiz kilometrekarelik bir alanı kuşatıyordu. Batı surlarının yanı sıra, Altın Boynuz ve Marmara kıyılarına kapılar inşa edilerek şehrin ana arterleri açıldı, giriş ve çıkışlar düzenlendi.

M.S. 330 yılı, yalnızca yeni başkentin resmî açılış tarihi değil, aynı zamanda İmparator Konstantin’in 25. hükümdarlık yıl dönümüydü. Altı yıl süren hummalı inşa sürecinin ardından, Konstantin’in görkemli töreni gerçekleştirdiği o gün, Antik Roma’nın ruhunu taşıyan festivaller düzenlenmiş; Hipodrom’da at ve savaş arabaları yarışmış, Zeuxippos hamamları halka açılmış, kentin sokaklarında gıda, giysi ve para dağıtılmıştı.

Konstantin, kendi adını taşıyan bu görkemli kente adım attığında, gözleri Batı’nın ve Doğu’nun dört bir yanından getirilmiş paha biçilmez eserler üzerinde gezindi. Roma’nın eski ihtişamını yaşatmak için titizlikle süslenen bu yeni başkent, yalnızca taş ve mermerden değil, geçmişin mirası ve yarının umuduyla inşa edilmişti. Sanat ve tarih, yeni inanç sistemiyle iç içe geçmiş, kadim bir imparatorluğun kalbi yeniden şekillendirilmişti.

Konstantin’in başkenti, yalnızca siyasi ve askeri bir güç merkezi değil, aynı zamanda ruhani bir mihenk taşıydı. Şehrin en kutsal emaneti, annesi Helena’nın 327 yılında Kudüs’e yaptığı hac yolculuğunda keşfettiği “Gerçek Haç” (Vera Crux) idi. Efsaneye göre, uzun süren arayışlar sonucunda, İsa’nın çarmıha gerildiği haçın kalıntıları bulunmuş ve bu kutsal emanet, imparatorluğun yeni kalbine taşınmıştı. Bu değerli emanetin korunduğu yer, yalnızca bir kutsal bir sembol olmayıp, aynı zamanda imparatorluğun yeni düzeninin de tezahürüydü. Eski Roma’da tüm yolların başlangıç noktası sayılan Milliarium Aureum’a benzer şekilde, Konstantinopolis’te Augustaeon Meydanı’na dikilen Milion, artık Bizans başkentinin merkezi kabul ediliyordu. Konstantin, antik akropolün yakınına inşa ettirdiği bu anıtı dört zafer kemeriyle taçlandırdı ve onun zirvesine Gerçek Haç’tan bir parçanın yerleştirildiği rivayet edildi.

Böylece Roma’nın yolları, artık eski başkentten değil, yeni kutsal merkezden başlıyor, imparatorluk içindeki tüm mesafeler buradan ölçülüyordu. Milion, yalnızca bir coğrafi referans noktası değil, aynı zamanda imparatorluğun dünyevi ve ilahi gücünün bir simgesine dönüşmüştü. Roma’nın kadim gelenekleri ile Hristiyan dünyasının yeni değerleri artık burada birleşiyor, Konstantinopolis’in yükselişi bir imparatorluğun dönüşümünün alameti farikası oluyordu.

Konstantinopolis, antik Roma’nın gölgesini, Hristiyan dünyasının ışığıyla aynı kadrajda pozlayarak tarihin akışını değiştiren bir başkent siluetine büründü. Geçmişin kadim inançlarıyla yeni çağın ruhu iç içe geçmiş, pagan ritüelleri doğmakta olan Hristiyan medeniyetiyle bütünleşmişti. Bir zamanlar tanrı ve tanrıçaların gölgesinde yükselen bu kent, artık tek tanrılı inancın kutsal mirasını taşıyan bir muhafıza dönüşmüştü.

Konstantin’in şehri kutsaması, eski ile yeninin, pagan gelenekleri ile Hristiyan dünyasının kesişimiydi. Artık Roma’nın kadim sembolleri, yeni inancın kutsal işaretleriyle yan yana duruyordu. Bu uyum, onun dini politikalarının ve geçiş sürecindeki stratejisinin en çarpıcı göstergelerinden biriydi. Konstantinopolis artık yalnızca bir şehir değil, imparatorluğun yeni yüzü, Doğu ile Batı’nın birleştiği, kadim dünyanın son büyük başkentiydi.

Şehrin kalbinde yükselen Aya İrini Kilisesi, bu dönüşümün en önemli simgelerinden biriydi. Antik çağın aşk ve güzellik tanrıçası Afrodit’e adanmış bir tapınağın temelleri üzerine inşa edilmiş olması, Konstantinopolis’in pagan geçmişi ile Hristiyan geleceği arasındaki ince çizgiyi ve bundan sonra alınacak yolun sonunu daha o günden gözler önüne seriyordu. Kentin ana caddesi Mese’nin (bugünkü Divanyolu) yanı başında yükselen Konstantin Forumu da (bugünkü Çemberlitaş Meydanı) bu yeni başkentin görkemini simgeliyordu. Oval biçimde inşa edilen bu meydanın zemini, Mısır’daki Heliopolis şehrinden getirilen mor porfir taşlarıyla döşenmişti ve ortasında, göğe uzanan 30 metre yüksekliğinde bir sütun yükseliyordu.

Ancak bu sütun yani Konstantin Sütunu (bugünkü Çemberlitaş) yalnızca taştan ibaret değildi. Rivayete göre kaidesinde, İsa’nın beş bin kişiyi doyurduğu mucizede kullanılan ekmeklerden bir parça saklanıyordu. Aynı kaide, Aeneas’ın Troya’dan getirdiğine inanılan Athena heykelini de barındırıyordu. Fakat asıl dikkat çekici olan, sütunun zirvesinde duran heykeldi: MÖ 5. Yüzyılda Yunanistan’da yaşayan ünlü heykeltraş Phidias’ın Apollon’u, başı değiştirilerek İmparator Konstantin’in yüzüyle yeniden şekillendirilmişti. İmparatorun başının üzerinde, ilahi gücünü simgeleyen ışıldayan bir metal hale parlıyordu. Sağ elinde dünyevi iktidarın sembolü olan bir asa tutarken, sol elinde çok daha kutsal bir emanet saklıydı: Gerçek Haç’tan bir parça.

Bu kutsal kalıntının yeni Roma’ya taşınmış olması, Konstantin’in Tanrı’nın lütfuyla hüküm sürdüğünün en güçlü işaretiydi. Pagan geçmişin görkemi, Hristiyan inancının kutsiyetiyle iç içe geçiyor; böylece Konstantinopolis, Roma’nın mirası ile Hristiyan dünyanın yükselişini bir araya getiren, tarihin akışını değiştiren bir başkent olarak doğuyordu.

İmparator Konstantin, Yeni Roma olarak adlandırdığı Konstantinopolis’i yalnızca bir başkent değil, sanat, kültür ve siyasetin merkezi olarak tasarlıyordu. İmparatorluğun dört bir yanından getirilen anıtlar ve sanat eserleri, bu yeni şehri görkemli bir açık hava müzesine dönüştürdü. Delfi’deki Yılanlı Sütun, Karnak’tan getirilen bir dikilitaş, pagan tanrılarının ve efsanevi figürlerin heykelleri, Büyük İskender, Jül Sezar ve Augustus gibi tarihî kişiliklerin anıtları, hatta Roma’nın kuruluş efsanesine gönderme yapan dişi kurt heykeli, Hipodrom’da sergilenen eserler arasındaydı. Bütün bunlar, Konstantin’in yeni başkentini Roma’nın meşru varisi olarak konumlandırma çabasının birer yansımasıydı.

Hipodrom’un girişinde, Kathisma denilen imparator locasının üstüne dört bronz at heykeli yani Quadriga, Roma’nın spor ve rekabet geleneğinin bir simgesi olarak yükseliyordu. Günümüzde Venedik’teki Aziz Marko Bazilikası’nda sergileniyor biliyorsunuz, bilmiyorsanız hikayesi uzun bir başka programda ele alırız. Yeni başkentin geniş ve revaklarla çevrili caddeleri, ticaretle uğraşan zanaatkârlar ve tüccarlarla dolup taşıyor, böylece şehir hem ekonomik hem de kültürel bir merkez hâline geliyordu.

Ancak Konstantin, yalnızca anıtlar ve binalarla değil, ekonomik ve siyasi reformlarla da bu yeni başkenti güçlendirdi. Konstantin, yeni başkentinde “solidus” adı verilen altın para birimini bastırdı. İlk kez 312 yılında darp edilen, 4.5-gram ağırlığında ve 24 ayar saflığında olan bu sikke, Geç Antik Çağ ve Bizans dünyasının ekonomik temel taşı hâline geldi. %99 saf altından oluşan solidus, Avrupa ve Orta Doğu’da güvenilir bir ticaret aracı olarak kabul görecektir. Ancak, Bizans ekonomisinin zayıflamasıyla birlikte 11. yüzyıldan itibaren altın oranı düşürülüp, yerini düşük ayarlı hiperpyron alana dek, olağanüstü bir istikrarla yedi yüzyıl boyunca değerini koruyacaktı.

Roma sikkelerinde zafer ve güç alegorileri geleneksel olarak yer alırken, Konstantin bu geleneği sürdürerek, şehrin koruyucu tanrıçası Tyche’yi betimleyen bir figürü paralara işledi. Başındaki burç biçimli taç, Konstantinopolis’in aşılmaz surlarını simgeliyor; elindeki bereket boynuzu, şehrin refahını vurguluyordu. Zamanla Hristiyan sembolleri, putperest motiflerin yerini alacaktır. Altıncı yüzyılda haç, sikkeler üzerinde görülmeye başladı; yedinci yüzyılda ise İsa’nın portresi paraların üzerine işlendi. Bizans altın sikkeleri, İskandinavya’dan Pers topraklarına, Batı Avrupa’dan Seylan’a kadar geniş bir coğrafyada bulunmuş olup, Konstantinopolis’in muazzam ekonomik etkisini gözler önüne seriyordu.

Tıpkı eski Roma gibi, bu yeni başkent de yedi tepe üzerine kurulmuştu; ancak Roma’nın yüzyıllar içinde ulaştığı ihtişam, Konstantinopolis’te birkaç yıl içinde şekillendirilmişti. Bu baş döndürücü hızın bir bedeli vardı: Boş sokaklar ve meydanlar hızla doldurulmalı, yeni binalar canlandırılmalıydı. Bunun için imparatorluk topraklarının dört bir yanından binlerce kolonist buraya getirildi. Konstantin’in, siyasi ve toplumsal düzeni sağlam bir temele oturtmak istiyordu. Roma’daki senatonun gücüne denge oluşturacak yeni bir senato kurarak, senatör ailelerini buraya göç etmeye teşvik etti. Şehirleşmeyi hızlandırmak için, yeni konut inşa edenlere günlük ekmek dağıtımı sağlayan fişler verildi. Ayrıca, şehrin kıtlık ve kuraklıktan etkilenmemesi için dev tahıl ambarları ve su sarnıçları inşa ettirdi. Hatta Doğu Akdeniz’den gelen tahıl sevkiyatları bile yön değiştirmiş, artan nüfusun beslenmesi için Konstantinopolis’in limanlarına akmaya başlamıştı.

359 yılına gelindiğinde, Konstantinopolis, Roma’nın yönetim modelini örnek alan bir şehir valisi (prefectus urbi) tarafından yönetilmeye başlandı. Roma’nın “ekmek ve gösteri” (Latince “panem et circenses”) geleneğine uygun olarak, Konstantin, Hipodrom’u şehrin eğlence hayatının merkezi hâline getirdi. Burada düzenlenen at arabası yarışları ve görkemli gösteriler, profesyonel yarış takımları (deme’ler) tarafından organize ediliyor ve halkın büyük ilgisini topluyordu.

İmparator Konstantin, 330 yılında yeni başkenti Konstantinopolis’i ilan ettikten sonra, ömrünün son yıllarını imparatorluğun doğusundaki tehditleri bertaraf etmeye adadı. Ancak, bu ihtişamlı şehrin surları ardında kalıcı bir hüküm sürmek yerine, saraydan saraya geçen bir hükümdar olarak yaşamaya devam etti.

Roma’ya yalnızca bir kez, 315 yılında, tahtındaki onuncu yılını kutlamak için döndü. Bu ziyaret, onun imparatorlukla olan son büyük bağlarından biriydi. O günlerde, zaferinin bir nişanesi olarak Forum’da onun şerefine dikilen zaferi takını (Konstantin Takı) ziyaret etti ve rakibi Maxentius’un yarım bıraktığı Basilica Nova’yı (Yeni Bazilika) tamamlayarak kendi adını verdi. Maxentius ve Konstantin Bazilikası olarak anılan bu yapının ana girişi değiştirilerek kuzeye bakan yeni bir giriş eklemekle kalmamış, içine günümüzde parçaları Roma Capitoline Müzesi’nde sergilenen devasa bir Konstantin heykeli yerleştirdi. Konstantin, Roma’yı hiçbir zaman tamamen terk etmedi ama onu bir daha ziyaret etmeye gerek duymadı. Roma’nın sembolik değerini kullanarak anıtlar yaptırdı, ancak imparatorluğun geleceğini Doğu’da gördüğünden 315’ten sonra Roma’ya bir daha gitmedi.

Ancak Konstantin’in yeni başkenti, Eski Roma’nın ve diğer imparatorluk şehirlerinin ihtişamına son vererek yükseliyordu. Daha önce imparatorluk konutu olarak kullanılan Augusta Treverorum (günümüzde Almanya’daki Trier), Diocletianus’un gözdesi Nikomedeia (günümüzde İzmit), Tuna kıyısındaki Sirmium ve Antiocheia (Antakya), zamanla önemini kaybetti.

Batı’daki birçok soylu aile, Roma’da kalmayı tercih etse de Konstantinopolis zanaatkârları, mimarları, tüccarları ve maceraperestleri kendine çekiyordu. Yeni saray, yalnızca Hristiyan imparatorları övecek şairlere değil, aynı zamanda eğitimli devlet adamlarına da ihtiyaç duyuyordu.

Roma’nın katı aristokratik geleneklerine bağlı olmayan bu şehir, yetenekli bireylerin hızla yükselmesine olanak tanıyordu. Bu sosyal hareketlilik, aristokrasi ile halk arasındaki ayrımı bir nebze yumuşatmış olsa da toplumun alt tabakaları hâlâ sıkı sosyal hiyerarşi içinde yaşıyor ve kölelere yönelik sert muamele devam ediyordu. Bütün bu değişimler, Konstantin’in büyük vizyonunu yansıtan bir başkent yarattığını gösteriyordu. Bizans İmparatorluğu’nun bin yıl boyunca göz kamaştıran mücevheri olacak bir şehir…

Bizans Kelimesi

Tarih, yalnızca savaş meydanlarında değil, kelimelerin gölgesinde de yazılır. Bugün “Bizans” dediğimiz imparatorluk, aslında Doğu Roma’nın ta kendisiydi. Bizans adı, ne imparatorluk var olduğu sürece kullanıldı ne de halkı kendini böyle tanımladı. Onlar için burası Roma İmparatorluğu (Βασιλεία τῶν Ῥωμαίων), halkı ise Romalılardı (Ῥωμαῖοι).

Peki, o halde “Bizans” adı nereden geldi? 16. yüzyılda Alman tarihçi Hieronymus Wolf, Batı Roma’nın çöküşünden sonra varlığını sürdüren Doğu Roma’yı farklı bir kimlik altında ele almak istedi. 1557 yılında yazdığı Corpus Historiae Byzantinae adlı eserinde Konstantinopolis’in antik adı Byzantion’dan esinlenerek bu terimi kullandı. Ardından 17. yüzyılda Fransız tarihçi Charles du Fresne, sieur du Cange, bu adı yaygınlaştırdı. Aydınlanma Çağı tarihçileri ise bunu daha da pekiştirdi ve Doğu Roma, zamanla “Bizans” olarak anılmaya başlandı.

Ancak bu tercihin ardında sadece bir kelime meselesi değil, bir kimlik tartışması yatıyordu. Batılı tarihçiler, Doğu Roma’yı Roma’nın gerçek varisi olarak görmek istemedi. Dil değişimi (Latince – Grekçe), kültürel farklılıklar (Roma gelenekleri – Helenistik miras) ve dini ayrışma (Katolik – Ortodoks) bu algıyı pekiştirdi. Latinceyi ana dili gibi konuşan son büyük Bizans imparatoru, 527-565 yılları arasında hüküm süren I. Justinianos’tu. Ondan sonra gelen Maurikios ve Phokas da Latinceyi bilip kullanıyordu, ancak 610-641 yılları arasında tahtta bulunan Herakleios döneminde Latince, imparatorlukta ikinci plana düştü. Bu süreçte Yunanca yalnızca konuşulan değil, aynı zamanda resmî devlet dili olarak kabul edildi.

Bizans imparatorları, Roma’nın mirasını taşısalar da hüküm sürdükleri toprakların diliyle, yani Yunanca ile anılıyorlardı. Bu sebepler yüzünden Batı Avrupa, Roma mirasını kendisinin taşıdığı iddiasıyla Doğu Roma’yı dışladı. 1054’teki Büyük Ayrılık (Skizma) ile Katolik ve Ortodoks dünyaları kesin çizgilerle birbirinden ayrıldı ve “Bizans” kavramı, Doğu Roma’yı Roma kimliğinden uzaklaştırmanın bir aracı haline geldi. Oysa tarih, farklı bir gerçekliği işaret ediyordu. Osmanlılar bile 1453’te İstanbul’u (yan, o dönemin Konstantinopolis’ini) fethettiklerinde “Kayser-i Rum” (Roma İmparatoru) unvanını benimsediler. Bu bile Doğu Roma’nın, aslında Roma olduğu gerçeğinin en güçlü kanıtlarından biriydi.

Bugün tarihçiler arasında bu konuda hâlâ tartışmalar sürse de Doğu Roma’nın Roma’nın devamı olduğu su götürmez bir gerçektir. Yine de yüzyıllardır literatüre yerleşen “Bizans” kelimesini değiştirmek pek mümkün görünmüyor. İmparatorluklar yıkılabilir, diller dönüşebilir ama bazı isimler, tarihin hafızasına kazınır ve orada yaşamaya devam eder.

İmparatorluğun Kaderini Değiştiren Dönüşüm

Konstantin’in iktidara yükselişi, yalnızca bir hükümdarın zaferi değil, Roma İmparatorluğu’nun çalkantılı geçmişinden doğan yeni bir düzenin habercisiydi. O, dağılmış ve istikrarsız, taht kavgalarıyla yıpranmış bir imparatorluğu devraldı; ancak onu birleştirmekle kalmadı, aynı zamanda inanç ve ideoloji bakımından yeniden şekillendirdi. Roma’nın geleneksel yapısını sarsan bu değişim, yalnızca politik bir hamle değil, bir imparatorluğun ruhunu yeniden yaratan bir vizyondu. Konstantin, eski dünyanın mirasını yeni bir kimlikle harmanlayarak, Roma’yı zamana karşı dirençli kılacak bir başkent ve ideoloji yarattı. Peki bu süreç neden ve nasıl gelişti?

Üçüncü yüzyılın sonlarına gelindiğinde, Roma artık eski ihtişamını sürdürmekte zorlanıyordu. 284 yılında tahta çıkan Diocletianus, bu devasa imparatorluğun tek bir kişi tarafından yönetilemeyecek kadar genişlediğini fark etmişti. Çözüm olarak yönetimi ikiye ayırdı: Kendisi doğuda Nikomedia’dan hükmederken, batıyı Maximianus’a bıraktı. 293 yılında bu sistem daha da ileri taşındı ve Tetrarşi (Dörtlü Yönetim) adı verilen idari model kuruldu. Ancak Diocletianus’un 305’te tahttan çekilmesi, imparatorluğu bir kez daha iç savaşa sürükledi.

Bu kargaşa içinde Konstantin, kendi kaderini çizmeye hazırlanıyordu. 272 yılında Balkanlar’ın kalbinde, Naissus’ta (bugünkü Sırbistan’da Niş) doğmuştu. Babası, Batı Roma’nın Augustus’u (kıdemli imparatoru) Constantius Chlorus’tu. Tetrarşi sistemi gereği, taht babadan oğula geçmiyor, yeni imparatorlar liyakat esasına göre belirleniyordu. Ancak hanedanlık düşüncesi hâlâ güçlüydü ve bu yönetim modeli, imparatorların oğullarının iktidar hırsları nedeniyle hızla çökmeye başladı.

306 yılında, Britanya seferi sırasında muhtemelen Eboracum, yani günümüz York şehrinde Constantius Chlorus aniden öldüğünde, lejyonları Konstantin’i imparator ilan etti. Bu tür askerî tahta çıkış törenlerinde, geleneksel olarak yeni imparatorun askerler tarafından kalkan üzerinde kaldırılarak selamlanması bir Roma geleneğiydi. Ancak, birincil kaynaklar (örneğin Eusebios, Lactantius, Zosimos) Konstantin’in tam olarak bu şekilde tahta çıkarıldığını belirtmeden askerlerin onu doğrudan ilan ettiğini ve desteklerini kaydetmiştir.  Ancak Roma tahtı, satranç tahtasına dönmüştü ve Konstantin’in yükselişi, kaçınılmaz olarak onu diğer rakiplerle karşı karşıya getirdi. Aynı yıl Roma’da Praetorian Muhafızları, Maxentius’u imparator olarak tanıdı. Öte yandan, Doğu’nun hâkimi Licinius da Konstantin’in otoritesini kabul etmedi. Böylece Roma İmparatorluğu, kısa sürede üç rakip hükümdarın taht iddia ettiği bir savaş alanına dönüştü.

Konstantin için bu mücadele yalnızca askeri bir savaş değil, aynı zamanda tarih sahnesinde ebedi bir iz bırakma fırsatıydı. O, yalnızca bir taht için savaşmıyordu; Roma’nın ruhunu yeniden şekillendirmeye hazırlanıyordu.

Milvian Köprüsü

Konstantin, 311 yılında aldığı kararla ordusunu topladı ve Roma’ya doğru yola çıktı. Önündeki en büyük engel, Roma’nın hâkimi olarak kendini ilan eden Maxentius’tu. 312 yılında şehrin kapılarına dayandığında, tarihin akışını değiştirecek bir olay yaşandı. Anlatılanlara göre, Via Flaminia yolu üzerinde Milvian Köprüsü’ne yaklaşırken gizemli ve ilahi bir işaret gördü. İmparatorluk tarihçisi Eusebios, öğle güneşinin üzerinde ışık saçan bir haç belirdiğini ve bu haçın üzerinde “In hoc signo vinces” (Bu işaretle kazanacaksın) sözlerinin yazılı olduğunu kaydeder.

Milvian Köprüsü Savaşı, yalnızca iki rakip imparator adayının karşı karşıya geldiği bir taht mücadelesi değil, aynı zamanda Roma’nın ruhunu dönüştüren bir kırılma anıydı. 28 Ekim 312’de, Tiber Nehri kıyısında zafer kazanmak için çarpışan ordular, belki de tarihin akışını değiştirecek bir olayın parçası olduklarının farkında değildi.

Savaşın kaderini belirleyen unsurlardan biri, Konstantin’in savaş meydanına Hristiyan inancının sembolleriyle çıkıp çıkmadığıdır. Bu konu, tarihçiler arasında hâlâ tartışmalıdır. Ancak bazı kaynaklar, onun zaferden önce “Chi-Rho” (☧) sembolünü benimsediğini öne sürer. 4. yüzyıl yazarlarından Lactantius, De Mortibus Persecutorum adlı eserinde Konstantin’in askerlerine kalkanlarına haç benzeri bir işaret çizmelerini emrettiğini yazarken, Eusebios ise Vita Constantini’de onun daha sonra “Labarum” adı verilen Hristiyan sembollü bir sancak taşıdığını belirtir.

Ne var ki, dönemin resmî Roma kaynaklarında bu savaşa dair Hristiyan sembollerinin kullanıldığına dair doğrudan bir bilgi bulunmamaktadır. Bu nedenle, Milvian Köprüsü’nde gerçekten bir Hristiyan sancak dalgalandı mı, yoksa bu anlatı, sonraki yüzyılların inşa ettiği bir efsane mi? İşte bu soru, Konstantin’in dini dönüşümünün tarih sahnesindeki en büyük muammalarından biri olarak varlığını sürdürmektedir. Kesin olan savaşın sonunda Maxentius’un Tiber Nehri’nin sularında can verirken, Konstantin Batı Roma’nın tek hâkimi olarak zaferini ilan ettiğidir.

Konstantin ve Hristiyan İmparatorluğun Doğuşu

Milvian Köprüsü’ndeki zaferin yankıları yalnızca siyasi sınırlarla sınırlı kalmadı. Daha birkaç on yıl önce, Diocletianus’un başlattığı sistematik zulüm, Hristiyanları Roma’nın düşmanı ilan etmişti. Oysa şimdi, imparatorluk tahtında oturan Konstantin, bizzat bu inancın koruyucusu oluyordu. Roma’ya girdiğinde, geleneklere karşı çıkarak Zafer Sunağı’nda tanrılara şükran sunmayı reddetti. Bunun yerine, Hristiyanların mallarının iade edilmesini ve önceki zulümler sırasında el konulan kutsal eşyalar için tazminat ödenmesini emretti. Bu karar, Roma’nın eski tanrılarla bağını koparmaya başlayan bir dönemin habercisiydi.

Konstantin’in Milvian Köprüsü’ndeki zaferi, onun yalnızca Batı’nın değil, Doğu’nun da hâkimi olma yolundaki en önemli adımıydı. Şimdi sırada, Doğu Roma’nın imparatoru Licinius ile hesaplaşmak vardı. Ancak asıl değişim, taht kavgalarından çok daha derinlerde, Roma’nın inanç dünyasında yaşanıyordu. Göklerde parlayan haç, yalnızca bir savaşın değil, bir imparatorluğun ruhunu mühürleyen bir kehanete dönüşmüştü. Roma, eski tanrılarını geride bırakıp yeni bir çağa adım atıyordu.

Milvian Köprüsü’ndeki zafer, yalnızca bir taht mücadelesinin sonu değil, Roma’nın ruhunda başlayan büyük bir dönüşümün habercisiydi. Pagan tanrılarının gölgesinde doğan imparatorluk, artık tek bir Tanrı’nın iradesiyle şekilleniyordu. Bu dönüşümün en kritik adımlarından biri, 313 yılında Milano’da atıldı. Konstantin, Doğu Roma’nın hükümdarı Licinius ile bir araya gelerek Milano Fermanı’nı ilan etti. Bu kararname, yalnızca Hristiyanlara yönelik baskıları sona erdirmekle kalmadı, aynı zamanda onlara tam yasal statü kazandırarak inançlarını özgürce yaşamalarının önünü açtı.

Ona göre Roma, tek bir Tanrı’ya olduğu gibi, tek bir imparatora da sahip olmalıydı. Konstantin ile Licinius arasındaki rekabet giderek tırmandı ve kaçınılmaz bir güç mücadelesine dönüştü. On bir yıl süren gerilim, 324 yılında Khrisopolis (bugünkü Üsküdar) yakınlarında yapılan savaşla son buldu. Licinius kesin bir yenilgiye uğradı, önce Selanik’e sürgüne gönderildi, ardından öldürüldü. Böylece Konstantin, Roma İmparatorluğu’nun tartışmasız tek hâkimi hâline geldi. Artık imparatorluk yalnızca onun iradesiyle yönetilecek, Hristiyanlık ise devletin dokusuna daha da güçlü bir şekilde işlenecekti. Konstantin, pagan tapınaklarının kapılarını kapattı, Hristiyan piskoposlarını sarayın himayesine aldı ve kiliseye cömert bağışlar yaparak yeni düzenin temellerini attı.

Byzantion Neden Başkent Seçildi?

Konstantin’in yeni başkentini seçmeden önce gizemli rüyalar gördüğü anlatılır. Orta Çağ tarihçisi Malmesburyli William’a göre, rüyasında yaşlı bir kadının genç ve güzel bir kadına dönüştüğünü, ardından ölmüş Papa Sylvester’ın ona Bizantion’un yeniden doğacağını bildirdiğini görmüştü. Ancak, efsanelerin ötesinde, bu büyük kararın ardında çok daha somut nedenler yatıyordu. 4. yüzyılda Roma İmparatorluğu’nun doğu bölgeleri, ekonomik açıdan batıya kıyasla çok daha güçlü hale gelmişti. İtalya, salgın hastalıklar, nüfus kaybı ve giderek artan askeri tehditler yüzünden zayıflarken, Roma’nın imparatorluğun yönetim merkezi olma işlevini yitirdiği açıktı. Öte yandan, doğudaki en büyük rakip olan Sasani İmparatorluğu, Roma’nın kontrolündeki Armenia’yı ele geçirerek sınırları tehdit ediyordu. Konstantin, bu koşullar altında hem stratejik hem de ekonomik avantajlar sunan yeni bir başkent kurmanın kaçınılmaz olduğuna karar verdi. Başlangıçta, efsanelerde anlatılan Troya kenti bu amaç için düşünülse de Konstantin stratejik konumu nedeniyle Byzantion’u seçti.

Megaralı Yunan kolonistler tarafından MÖ 7. yüzyılda kurulan bu küçük şehir, onun ellerinde yeniden doğacak ve Roma’nın mirasını taşıyan yeni bir başkent hâline gelecekti. Artık Konstantin, yalnızca bir imparator değil, Roma’nın kaderini yeniden şekillendiren bir kurucu olarak tarihe geçiyordu.

İstanbul… Byzantion’dan Konstantinopolis’e, oradan modern çağa uzanan bu kadim şehir, yalnızca coğrafi konumuyla değil, taşıdığı tarihî mirasla da dünyanın en özel kentlerinden biri oldu. Boğaz’ın iki yakasını birleştiren bu kent, yüzyıllar boyunca imparatorlukların gözdesi, tüccarların uğrak noktası ve seyyahların hayranlıkla bahsettiği bir yer olarak kaldı. Ancak, bu şehri büyük kılan sadece doğal güzellikleri değil, onu bir imparatorluk başkentine dönüştüren stratejik akıl ve siyasi vizyondu. Konstantin, yeni başkentinin hem savunulabilir hem de ticaret yollarının kesiştiği bir noktada olmasını istiyordu. İşte tam da bu nedenle, Altın Boynuz’un güvenli limanlarına, Boğaz’ın doğal bariyerlerine ve çevresinde verimli topraklara sahip Byzantion’u seçti.

Burası yalnızca stratejik bir nokta değil, aynı zamanda kültürel ve ekonomik bir merkezdi. Batı’dan gelen tahıl ve şarap, doğudan taşınan baharat ve ipek burada buluşuyor, kuzeyden gelen kürk ve değerli metaller Akdeniz’e açılıyordu. Ayrıca, kentin üç tarafının denizlerle çevrili olması, batıda inşa edilecek güçlü surların şehri korumasına yetiyordu. Roma’dan getirtilen mühendisler ve mimarlarla Konstantin, bu antik Yunan kolonisinin çehresini değiştirdi ve ona yeni bir kimlik kazandırdı.

7 Tepe İstanbul

Roma’nın düzenine sadık kalarak on dört bölgeye ayrılan şehrin, tıpkı Batı’daki selefi gibi yedi tepe üzerine kurulu bir şehir olduğu iddiasının politik ve ideolojik bir yönü de vardır. Konstantin’in amacı, Roma’nın halefi olacak bir başkent yaratmaktı ve bu nedenle Roma’nın mirasını sahiplenmek adına birçok sembolik unsuru şehre dahil etti. Bu “yedi tepe” söylemi de Roma ile olan bağı vurgulamak için özellikle öne çıkarıldı.

Konstantinopolis’in ilk kurulduğu dönemde sınırları, bugünkü Edirnekapı’ya kadar uzanmıyordu. Yani Konstantin’in inşa ettirdiği ilk surlar, bugünkü Çemberlitaş’a kadar uzanıyordu ve şehrin batı sınırını belirliyordu. Dolayısıyla Konstantin’in kurduğu Konstantinopolis’in yedi tepe üzerine kurulduğu söylemi doğru değildir. İstanbul’un yedi tepesi, şehrin tarihî dokusunu şekillendiren önemli yükseltilerdir.

Birinci tepe, Ayasofya ve Topkapı Sarayı’nın bulunduğu, Roma ve Bizans döneminde şehrin merkezi kabul edilen bölgedir. İkinci tepe, Çemberlitaş ve Nuruosmaniye Camii çevresinde yer alırken, üçüncü tepe Süleymaniye Camii ve İstanbul Üniversitesi’nin olduğu alanı kapsar. Dördüncü tepe, Fatih Camii’nin yükseldiği noktadır. Beşinci tepe Yavuz Selim Camii çevresinde, altıncı tepe Edirnekapı ve Mihrimah Sultan Camii’nin bulunduğu bölgede, yedinci tepe ise Yedikule ve çevresinde yer almaktadır. Görüleceği gibi aslında yedi tepe tanımı, Konstantin’den sonra Theodosius döneminde genişleyen şehir surlarının kapsadığı alan için geçerlidir. Bu tepeler, Haliç ile Marmara Denizi arasında, tarihi yarımadada yer almaktadır ki Osmanlı döneminde de bu gelenek sürdürülmüş ve İstanbul “Yedi Tepeli Şehir” olarak anılmıştır.

Fakat bir başkentin ihtişamı yalnızca görkemli yapılarla ölçülmez. Şehri ayakta tutan en önemli unsurlardan biri, onun sürdürülebilir kaynaklara sahip olmasıydı. Konstantinopolis, dev su kemerleri ve sarnıçlarla donatıldı; ticari gücü, hem deniz hem kara yollarını kontrol etmesine dayanıyordu. Şehrin limanları, Akdeniz dünyasının en hareketli ticaret merkezlerinden biri hâline gelirken, Boğaz’daki güçlü akıntılar sayesinde deniz trafiği kontrol altında tutulabiliyordu.

Günümüzde İstanbul, iki kıtayı birleştiren modern köprüleri ve milyonları aşan nüfusuyla dev bir metropol olsa da geçmişin izleri hâlâ siluetinde belirgin şekilde görülebilir. Konstantin’in inşa ettiği bu şehir, yüzyıllar boyunca imparatorlukların başkenti oldu; savaşlar, kuşatmalar ve fetihler gördü. Ancak ne adı ne de kimliği, onu dünya tarihinin en önemli kentlerinden biri olmaktan alıkoyabildi. Çünkü bazı şehirler, yalnızca taş ve topraktan ibaret değildir; onlar, içinde barındırdıkları tarih, kültür ve hikâyelerle sonsuza dek yaşamaya devam eder. Sonuçta kısa bir süre sonra Yeni Roma, eski Roma’nın bir kopyası olmanın ötesine geçmiş zamanla Doğu’nun da başkenti olmayı başarmıştı.

Konstantin ve Hristiyan İmparatorluğun Çıkmazı

Konstantin, imparatorluğunu yalnızca kılıçla değil, yasalarla da şekillendirdi. 319 yılında köle sahiplerinin kölelerini keyfi biçimde öldürmesini yasakladı, 321’de ise Pazar gününü dinlenme günü ilan etti. Pagan ritüelleri hâlâ varlığını korusa da artık Hristiyan inancı giderek daha görünür hâle geliyordu. En radikal değişikliklerden biri, Roma’nın en korkunç infaz yöntemlerinden biri olan çarmıha germe cezasının kaldırılmasıydı. Eski düzeni tamamen yok etmek yerine, onu yavaş yavaş dönüştürmeyi tercih etti. Hristiyanlık devletin yeni ruhu olurken, geleneksel inançlar zamanla etkisini kaybedecekti.

Ancak Roma için asıl tehdit, paganizmin direnci değil, Hristiyanlık içindeki bölünmelerdi. Ariusçuluk olarak bilinen öğreti, İsa’nın tanrısal olmadığını, yalnızca kusursuz bir insan olduğunu savunuyordu. Kilise içinde büyük bir ayrışmaya neden olan bu fikir, Konstantin için siyasi bir tehdit hâline geldi. Tek bir imparator, tek bir devlet ve tek bir inanç… Onun düzeninde bölünmeye yer yoktu. Bu yüzden 325 yılında İznik Konsilini topladı. Konsilin başkanlığını bizzat üstlenerek yalnızca bir hükümdar değil, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi gibi hareket etti. Burada Hristiyanlığın temel inanç bildirgesi olan İznik İtikadı oluşturuldu ve Ariusçular sapkın ilan edildi.

İmparator Konstantin’in yönetimi yalnızca inanç temelli bir dönüşümle şekillenmiyordu; aynı zamanda güç dengelerinin acımasız gerçekleriyle de yoğruluyordu. Tarih sahnesine adını altın harflerle yazdıran bu hükümdarın kudreti, bazen en yakınlarını bile feda edebileceğini gösteriyordu. Onun hükümranlığı yalnızca pagan tapınaklarını kapatıp Hristiyanlığı yüceltmekle kalmamış, aynı zamanda hanedan içinde karanlık entrikaların ve trajik kararların gölgesinde ilerlemişti. Bu gölgelerden biri de kuşkusuz, büyük oğlu Crispus’un infazıydı.

Crispus, yetenekli bir komutandı. Genç yaşında Licinius’a karşı kazandığı zaferle halkın ve ordunun sevgisini kazanmıştı. Ancak bu yükselişi, belki de tahtın sahibi olan babasını rahatsız etti. Antik kaynaklar, MS 326 yılında gerçekleşen bu infazın ardındaki nedenler konusunda çelişkili bilgiler sunar. Bazı anlatılara göre, Crispus’un ölümüne giden yolun taşları, üvey annesi Fausta tarafından döşenmişti. İddialara göre Fausta, genç prensle yasak bir ilişki yaşamış ya da onu kendisine saldırmakla suçlamıştı. Konstantin’in de bu iftiraya inanarak oğlunu idam ettirdiği söylenir.

Ancak mesele yalnızca bir saray skandalı mıydı? Yoksa Crispus, giderek büyüyen popülaritesiyle taht için gerçek bir tehdit mi oluşturuyordu? Tarihçiler, Konstantin’in Crispus’u bir rakip olarak gördüğünü ve giderek artan gücünden endişe duyduğunu ileri sürer. Babasının gözünde, bu genç ve başarılı komutan, imparatorluğun dengesini sarsabilecek tehlikeli bir gölgeye dönüşmüştü.

Bir başka teori ise din ve hanedan içindeki güç çekişmesine işaret eder. Crispus’un annesi Minervina’nın pagan olduğu düşünülürken, Fausta ise Hristiyan bir hanedanın temsilcisiydi. Konstantin, Hristiyanlığa geçiş sürecinde sert kararlar alıyor ve kendisini bu yeni düzenin koruyucusu olarak konumlandırıyordu. Bu bağlamda, Crispus’un varlığı, imparatorluk içindeki dini ve siyasi dengeleri tehdit eden bir unsur olarak görülmüş olabilir.

Ancak kaderin bir cilvesi olarak, Crispus’un ölümünden kısa süre sonra Fausta da benzer bir sonla karşılaştı. İhanetle suçlanan imparatoriçe, banyo yaparken kaynar suyla haşlanarak can verdi. Bu olay, Konstantin’in pişmanlık duyduğunun bir göstergesi miydi, yoksa bir hanedan içi tasfiyenin kaçınılmaz bir sonucu mu? Ne olursa olsun, bu iki trajik ölüm, Roma tarihinin en büyük entrikalarından biri olarak kaldı.

Bir hükümdar için kudret, çoğu zaman merhametin önüne geçerdi. Konstantin’in bu acımasız kararı, onun hükümdarlık mirasına derin bir gölge düşürdü. Ve böylece, tarih yalnızca zaferleri değil, aynı zamanda güç uğruna yapılan fedakarlıkları da hatırlamak zorunda kaldı.

Bu sırada Ariusçuluk tehlikesi hâlâ sürüyordu. İskenderiye Patriği Athanasius, bu öğretiye karşı en sert muhaliflerden biri olarak öne çıktı. Ancak Konstantin, Arius’un tekrar Kilise’ye kabul edilmesini istediğinde, Athanasius buna direndi. Bu anlaşmazlık, onun sürgüne gönderilmesine neden oldu. Arius ise 336 yılında, Konstantin’le yeniden görüşmeye hazırlanırken aniden öldü. Kaynaklar, onun şehirde yürürken mide rahatsızlığı geçirerek kan kaybından öldüğünü anlatır. Olay, “ilahi bir ceza” olarak yorumlandı, ancak bazı tarihçiler onun zehirlendiğini öne sürer.

Konstantin’in dini kimliği yüzyıllardır tartışma konusudur. Kilise tarihçisi Sezariyeli Eusebios, onun Hristiyan inancına bağlılığını överken, seküler tarihçiler, özellikle Zosimos, onu Roma’nın çöküşünden sorumlu tutarak pagan geleneğini terk etmesini eleştirir.

İmparator Konstantin, hayatının son yıllarında yalnızca siyasi başarılarının değil, vicdanında ağır bir yük gibi taşıdığı günahlarının da muhasebesini yapıyordu. Onun kudreti, yalnızca savaş meydanlarında ya da devlet yönetiminde değil, ailesi üzerinde de hüküm sürmüştü. Ancak bu hükümranlık, ölümüne yaklaştığında ona geçmişin gölgelerini hatırlatıyor, özellikle de kendi kanından gelenlere karşı işlediği suçları affettirmek istiyordu. Orta Çağ kaynaklarına göre oğlu Crispus’u haksız yere öldürdüğünden ruhunda derin bir pişmanlık taşıyan Konstantin Roma’daki pagan rahiplerden ruhani arınma talep ettiği, ancak onlardan bu günahın affedilemez olduğu cevabını aldığında yani paganizmin ona arınma sunamayacağını görünce, günahları bağışlamayı öğreten Hristiyanlığa daha fazla yaklaştığı iddia edilmiştir.  Bir hükümdarın merhametten çok kudrete değer verdiği bir dünyada, şimdi ölüme yaklaşırken ruhunu temizleyebilecek tek şeyin ilahi bir bağışlanma olduğuna inanıyordu.

Sonuçta Konstantin, bu arınmayı Roma’da, geleneksel tövbe ritüelleriyle gerçekleştirmedi. Pagan inancının merkezi olan bu kadim kentte, yüzyıllardır imparatorlar ve soylular günahlarından arınmak için putperest rahiplerin önderliğinde kurbanlar sunar, adaklar adar ve tanrılarla barışmanın yollarını arardı. Fakat artık Konstantin, o eski dünyanın bir parçası olmak istemiyordu. Hristiyanlığı benimsemiş, pagan tapınaklarının kapılarını kapatmış ve yeni bir inancın temellerini atmıştı. Böyle bir dönüşümden sonra, eski tanrılara boyun eğmesi düşünülemezdi. Roma’da değil, doğuya yönelerek, inandığı dinin temsilcilerinden af dilemeye karar verdi.

İmparator, hayatı boyunca Hristiyanlık için pek çok düzenleme yaptı ama vaftiz olmayı ölüm döşeğine kadar erteledi. O dönemde bazı Hristiyanlar, vaftizden sonra günah işleyerek ruhlarını kirletmekten korktukları için bu töreni son ana kadar bekletiyordu. Konstantin de bu geleneğe uyarak, Nikomedya Piskoposu Eusebios’un elinden vaftiz olarak son nefesinde bir Hristiyan olarak öldü. Ancak onun mirası yalnızca inançla değil, kurduğu yeni düzenle hatırlandı. Artık geri dönülemez bir şekilde Hristiyan bir imparatorluk doğmuştu.

Konstantin’in bu tercihi, yalnızca kişisel bir tövbe değil, aynı zamanda imparatorluk tarihinde bir dönüm noktasıydı. Roma’nın eski tanrıları karşısında yükselen yeni bir inancın, artık en büyük hükümdarın bile sığınabileceği tek liman haline geldiğini gösteriyordu. İmparator, savaşlarla ve siyasi dehalarla inşa ettiği mirasını, şimdi ruhunun kurtuluşunu umut ettiği yeni bir inançla mühürlüyordu.

Roma’nın en kudretli hükümdarlarından biri olan Konstantin’in en büyük arzusu, parçalanmış Roma dünyasını tek bir inanç etrafında birleştirmekti. Ancak bu kolay bir iş değildi. Hristiyanlık, uzun yıllar boyunca zulme uğramış, farklı mezhepler arasında keskin ayrılıklar doğmuştu. Özellikle Ariusçuluk (Arianizm), onun ölümünden sonra bile sönmeyen bir ateş gibi yanmaya devam etti. Konstantin, Kiliseyi bir çatı altında toplamak için otoritesini kullanmaktan çekinmedi. Ancak bu çaba, birlik sağlamak yerine yeni çatışmalara yol açtı. Teolojik tartışmalar, zamanla devlet işlerinden bile daha karmaşık hâle geldi. O kadar ki, yüzyıllar sonra “Bizansvari” kelimesi, gereksiz derecede çetrefilli meseleleri tanımlamak için kullanılacaktıR. İngilizcede Byzantine bureaucracy ve Byzantinism Fransızca’da querelle byzantine, Almanca byzantinisch kelimeleri gibi…

Bölünmeler ve Değişen Bir Dünya

337 yılında Konstantin’in ölümüyle imparatorluk, kaçınılmaz bir iç savaş girdabına sürüklendi. Oğulları, babalarının mirasını paylaşmak için birbirlerine karşı silaha sarıldılar. Ancak kısa vadeli taht mücadelelerinden daha önemli olan, onun imparatorluk için belirlediği uzun vadeli yönelimdi. Roma, yüzyıllardır Batı merkezli bir güç olarak yükselmişti; fakat Konstantin’in inşa ettiği düzen giderek Doğu’nun kültürel ve siyasal yapısına yaslanmaya başladı. Hristiyan toplum düzeni, Yunan mirasıyla kaynaşıyor, klasik Roma kimliği yeni bir çehre kazanıyordu.

Konstantin, yalnızca bir şehri değil, bir medeniyeti dönüştürdü. Antik dünyanın entelektüel ve dinsel mirasını Hristiyanlıkla harmanladı ve onu devletin resmî ideolojisi hâline getirdi. Ancak bu dönüşüm, inancı da değişime zorladı. Roma’nın geleneksel gücü ve ihtişamı, Kilise ile iç içe geçerken, Hristiyanlık da kaçınılmaz olarak siyasi bir araç hâline geliyordu. Artık bir zamanlar zulme uğrayan inanç, imparatorluğun hâkim dini olmuş, sistemin merkezine yerleşmişti.

Paganizmin Sonu ve Yeni Düzen

Konstantin’in hükümdarlığında Hristiyanlık desteklenirken, pagan gelenekleri de büyük ölçüde dönüşüme uğradı. Bazı eski tapınaklar kapatıldı, değerli metal içeren heykeller eritilerek kiliselerin süslenmesinde kullanıldı. Bazı pagan tapınakları kapatıldı, ancak birçoğu hâlâ varlığını sürdürüyordu. Pagan rahipler eski statülerini kaybetmiş, gelenekler giderek zayıflıyordu. En dikkat çekici değişimlerden biri de kurban ritüellerinde yaşandı. Pagan ibadetlerinin merkezinde yer alan hayvan kurban etme geleneği giderek kısıtlanırken, Hristiyanlığın kan dökülmeyen kurban anlayışı teşvik ediliyordu.

Bu dönüşüm sadece bir inancın zaferi değil, bir dünya görüşünün değişimiydi. Daha önce imparatorlukla çatışma içinde olan Hristiyanlık, artık onun en büyük destekçisi olmuştu. Konstantin’in yeni başkenti Konstantinopolis, Hristiyan inancının merkezî bir güce dönüştüğü yer hâline geldi.

Kutsal Topraklar ve Helena’nın Mirası

Konstantin, yalnızca kendi başkentinde değil, Hristiyanlığın kutsal mekânlarında da iz bırakmayı hedefledi. 326 yılında annesi Helena’yı, İsa’nın yeryüzündeki yaşamına tanıklık etmiş yerleri keşfetmesi için Filistin’e gönderdi. Bu hac yolculuğu, Hristiyan dünyasında bir ilk olarak kabul edilir. Rivayetlere göre Helena, İsa’nın çarmıha gerildiği Gerçek Haç’ı Kudüs’te bulmuş ve oğlunun desteğiyle, İsa’nın çarmıha gerildiği Golgota Tepesi’nde ve onun gömüldüğüne inanılan yerde Kutsal Kabir Kilisesi’ni inşa ettirmiştir ki Konstantin imparatorluk tarihindeki otuzuncu yılını burada büyük bir törenle kutlayacaktır.

Ayrıca İsa’nın Göğe Yükselişinin gerçekleştiğine inanılan yerde Zeytin Dağı’ndaki Eleona Kilisesi ve Beytüllahim’de İsa’nın doğduğu mağaranın üzerine Doğuş Kilisesi’ni yaptırmıştı. Helena’nın bu kutsal yapıları inşa ettirmesi, yalnızca dini bir görev değil, aynı zamanda Hristiyanlığı devletin merkezine yerleştiren bir siyasi hamle olarak da yorumlanmaktadır. Onun iktidarı, yalnızca Roma’nın başkentini Doğu’ya taşımasıyla değil, aynı zamanda Hristiyanlığın devlet desteğiyle kurumsallaşmasının temel taşlarını döşemesiyle de tarihe geçti.

Ölüm ve Havariler Arasında Bir Mezarlık

Konstantin, Roma imparatorları için geleneksel olan yakılarak gömülme ritüelini terk etti ve Hristiyan geleneklerine uygun olarak defnedildi. İnşa ettirdiği Kutsal Havariler Kilisesi’nin içine yerleştirilen mozolesi, onun kendisini yalnızca bir imparator değil, adeta Mesih’in dünyadaki vekili olarak gördüğünü gösteriyordu. Eusebios, Konstantin’i “on üçüncü havari” olarak tanımladı. Belki de Konstantin, yalnızca havarilere eşit değil, onlardan üstün olduğuna inanıyordu.

Onun oğlu II. Constantius, babasının ölümünün ardından Kutsal Havariler Kilisesi’ni tamamladı ve Aziz Timoteos, Luka ve Andreas’a ait kutsal kalıntıları buraya taşıdı. Ardılları da bu kutsal mirası yaşattı; özellikle Bakire Meryem’e ait olduğu söylenen peçe, kuşak ve kefen büyük bir saygıyla saklandı. Her yıl düzenlenen anma törenleri, Konstantin’in mirasını bir efsane hâline getirdi.

Konstantin’in Sonsuz Gölgesi

Konstantin’in adı yalnızca anıtlarda değil, Bizans’ın imparatorluk tarihinde de yaşamaya devam etti. Onun kurduğu düzen, o kadar derin bir etki bıraktı ki, Bizans tahtına çıkan birçok hükümdar “Yeni Konstantin” unvanını almak için bilinçli bir çaba gösterdi. On bir imparator, onun ismini taşırken, Herakleios gibi hükümdarlar bile kendilerini onunla özdeşleştirmek adına isimlerine “Konstantin” unvanını ekledi.

Zamanla Konstantin ve annesi Helena etrafında bir kutsallık miti oluştu. Orta Çağ fresklerinde ve kilise yazıtlarında, Gerçek Haç’ı taşıyan iki figür olarak resmedildiler. Konstantin, Hristiyan imparatorluk fikrinin kurucusu, Helena ise kutsal mekânların koruyucusu olarak anıldı.

Oysa tarihin sisleri içinde kaybolan gerçekler vardı. Konstantin, oğlunu ve ikinci eşini öldürtmekten çekinmemiş bir imparatordu. Annesinin kökenleri sıradan bir geçmişe dayanıyordu. Ancak zaman, hikâyeleri gerçeğe tercih etti. Onun kanlı mirası unutuldu, yerine aziz mertebesine yükseltilmiş bir efsane kaldı.

Konstantin’in başlattığı dönüşüm, yalnızca politik bir reform değil, bir imparatorluk kimliğinin yeniden doğuşuydu. Ve yüzyıllar boyunca, Bizans tahtına oturan her hükümdar, onun gölgesinde hüküm sürmeye devam etti.

Doğma büyüme bir İstanbullu olarak, bu büyüleyici şehrin hem kurucusu Konstantin’i hem de onu fethederek yeni bir çağ açan Fatih Sultan Mehmed’i anmadan geçmek olmaz. Konstantin, Roma’nın mirasını bu topraklara taşıyarak bir dünya başkenti inşa etti; II. Mehmed ise onu fethederek yeni bir medeniyetin merkezi haline getirdi. Biri şehri kurarak ölümsüzleştirdi, diğeri fethederek ona yeni bir ruh kazandırdı. İstanbul, işte bu iki büyük hükümdarın izlerini hâlâ taşıyor ve onların mirasıyla yaşamaya devam ediyor. Bir başka programda buluşana dek hoşça kalın!