İstanbul’un Kayıp Anıtı: Justinianus Sütunu’nun Sırları
Bundan yüzyıllar önce, İstanbul’un kalbinde, göğe meydan okuyan devasa bir sütun yükseliyordu. Roma İmparatorluğu’nun ihtişamını simgeleyen bu anıt, 70 metreyi aşan boyuyla şehrin siluetinde bir dev gibi duruyordu. Görenleri büyüleyen bu yapı, hem zaferin hem de kudretin sembolüydü. Ancak bugün, bu sütundan geriye tek bir iz bile kalmadı.
Peki ne oldu? Bir depremle mi yerle bir oldu? Yoksa kasti bir yıkıma mı uğradı? Bizans’ın en büyük anıtlarından biri nasıl tarihten silindi?
İstanbul’da Bizans Mirası Sütunlar
İstanbul, Bizans’tan miras kalan birçok sütun ve dikilitaşa ev sahipliği yapıyor. Bunların en ünlüsü, 330 yılında bizzat İmparator Büyük Konstantin tarafından dikilen ve bugün Çemberlitaş Meydanı’nda yer alan Konstantin Sütunu, nam-ı diğer Çemberlitaş’tır.
Ancak şehirdeki tek anıtsal sütun bu değil. Eski Hipodrom’da—günümüz Sultanahmet Meydanı’nda—üç önemli tarihi anıt yükseliyordu:
İlki, MÖ 15. yüzyılda Mısır Firavunu III. Thutmose tarafından yaptırılan ve 390 yılında İmparator I. Theodosius tarafından İskenderiye’den İstanbul’a getirilen Theodosius Dikilitaşı.
İkincisi, MÖ 5. yüzyılda Yunanlıların Perslere karşı kazandığı Platea Savaşı’nın zafer anıtı olarak yapılan Yılanlı Sütun. Düşmandan ele geçirilen bronz ganimetlerden dökülen bu anıt, Delfi’de dikildikten asırlar sonra Bizans’a taşındı. Orijinalinde üç yılan başı taşıyan sütunun bugün yalnızca gövdesi ayakta. Kopan yılan başlarından ikisi kayıp, eldekinin ancak üst parçası İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor.
Üçüncü anıt ise, 10. yüzyılda İmparator VII. Konstantinos’un inşa ettirdiği Örme Dikilitaş. Bir zamanlar üzerini kaplayan yaldızlı tunç plakalar sayesinde altın gibi parıldıyordu. Ancak 13. Yüzyılda Latin işgali sırasında bu değerli plakalar sikke basımı için sökülüp eritildiğinden, günümüzde sütun çıplak bir taş blok halinde duruyor.
İstanbul’un Bizans’tan miras kalan sütunları arasında, günümüze yalnızca kaidesi ulaşan Haseki’deki Arkadios Sütunu da vardı. 402 yılında İmparator Arkadios tarafından dikilen bu anıt, bir zamanlar ihtişamlı kabartmalarıyla süslüydü.
Bir diğer önemli anıt, 3. yüzyılda Roma’nın Gotlara karşı kazandığı zaferin anısına Sarayburnu’na dikilen Gotlar Sütunu. Bugün hâlâ ayakta olan bu sütun, zarif Korint başlığıyla dikkat çekiyor ve Roma’nın askeri gücünü simgeliyor.
Ve elbette, 5. yüzyılda İmparator Markianos tarafından yaptırılan Markianos Sütunu… Fatih’te Kıztaşı Meydanı’nda bulunan bu anıt, halk arasında ‘Kıztaşı‘ olarak bilinir. Üzerindeki haç kabartması, Bizans’ın dini kimliğini yansıtan en eski izlerden biridir.
Ancak tüm bu anıtlar arasında en görkemlisi, en iddialısı ve belki de en gizemlisi Justinianus Sütunu’ydu. Bugün ondan geriye neredeyse hiçbir iz kalmadı. Ne zaman, nasıl ve neden yok olduğu hâlâ tam olarak bilinmiyor. Bir zamanlar Bizans’ın gücünü ve ihtişamını simgeleyen bu devasa anıt, şimdi tarihin derinliklerinde kaybolmuş bir bilmece gibi…
Nova Roma: Konstatinopolis
Romalılar daha sonra ardılları Doğu Romalılar ya da bizim bildiğimiz adlarıyla Bizanslılar, kendi başkentlerinin dünyanın merkezi olduğuna inanıyorlardı. Yani önce Roma’nın sonra İstanbul’un… Bu yüzden Roma’nın yerine Byzantium, sonradan Konstantinopolis adıyla anılacak Nova Roma adıyla yeni başkent ilan edildiğinde dünyanın merkezi iddiası da mekan değiştirdi. Dolayısıyla tüm yolların başlangıç noktası kabul edilen Roma’daki Milliarium Aureum’un işlevini görecek Milyon Taşı, İstanbul’un tam kalbinde yer alan Augustaion Meydanının (yani bugün Ayasofya Meydanı) bir kenarına iliştirildi.
İstanbul’un kalbinde, Milyon Taşı’ndan sadece birkaç metre ötede, bir zamanlar Bizans’ın kudretini simgeleyen görkemli bir anıt yükseliyordu: Justinianus Sütunu. Ancak, bu sütunu sadece taş ve bronzdan ibaret bir yapı olarak görmek büyük bir haksızlık olur. Çünkü o, Bizans’ın kendini Roma’nın varisi olarak konumlandırma iddiasının en güçlü ifadelerinden biriydi.
Bu sütunun zirvesinde, atının üzerinde heybetle duran İmparator Justinianus, sadece bir hükümdar değil, tarihin akışını değiştiren bir figürdü. O, Roma’nın ikiye bölünmesini tarihin akışından bir sapma olarak görüyor ve Bizans’ı bu hatayı düzeltecek tek güç olarak ilan ediyordu. Sütun, onun “Renovatio Imperii“—yani Roma İmparatorluğu’nu yeniden inşa etme idealinin—ve “Imperium sine fine“—Roma’nın sonsuz egemenlik iddiasının—taşa kazınmış, bronza dökülmüş bir manifestosuydu.
Ama dahası var… Roma inancına göre bu sütun, şehrin koruyucu ruhu, genius loci’nin de ikametgahıydı. Yani burası sadece bir anıt değil, aynı zamanda İstanbul’un ruhunu, geçmişin ihtişamını ve geleceğe duyulan inancı içinde barındıran bir simgeydi.
Bugün, ne sütun ne de heykel yerinde duruyor. Ancak, Bizans’ın büyük iddiası ve Justinianus’un mirası hâlâ bu şehirde yankılanıyor. Çünkü bazı anıtlar yıkılsa bile, temsil ettikleri fikirler yaşamaya devam eder…
Justinianus: Birleşik Roma’nın Son Umudu
Yunancanın lingua franca olduğu topraklarda hüküm sürmesine rağmen, Latince konuşan son imparatorlardan biriydi I. Justinianus. Ama onu diğerlerinden ayıran, sadece dili değil, zihninde taşıdığı büyük idealdi: Yüzyıllar önce ikiye bölünen Roma’nın kayıp mirasını yeniden canlandırmak! O, Bizans’ı bir Doğu İmparatorluğu olarak değil, Roma’nın gerçek varisi olarak görüyordu. Ve bu uğurda, sadece haritaları değil, tarihi de yeniden şekillendirmeye kararlıydı. Kaybolan toprakları geri almak için başlattığı amansız fetihlerde, Kuzey Afrika’da Vandalları ezdi, İtalya’da Ostrogotları mağlup etti ve Batı Roma’nın çöküşüyle kaybedilen toprakları bir bir imparatorluğa kattı. Ravenna’dan Roma’ya uzanan şehirleri tekrar Bizans yönetimi altına alarak, tarihte geçmişin büyük Caesarlarına yaraşır bir konumu haketti.
Ancak Justinianus, yalnızca kılıcın değil, aynı zamanda taş ve harcın da imparatoruydu. 532’de Nika Ayaklanması sırasında Konstantinopolis alevler içinde kalırken, isyanı kanla bastırarak tahtını korudu. Fakat yıkımın ardından bir imparatora yakışır şekilde şehri yeniden ayağa kaldırdı. 532’de Yerebatan Sarnıcı ve Aya İrini’yi, 536’da Aya Sergios ve Bakhos’u yani Küçük Ayasofya’yı, 537’de ise bugünkü yani 3. Ayasofya’yı inşa ettirdi. Ayrica Zeuksippos Hamamı’nı, Hipodrom’u ve surları onararak Konstantinopolis’i yeniden Roma’nın ihtişamına kavuşturmayı hedefledi. Corpus Juris Civilis ile Roma hukukunu derleyerek, yüzyıllar boyunca Avrupa’nın hukuk sistemlerine temel oluşturdu. Ancak onun asıl mücadelesi, çöküşe sürüklenen bir imparatorluğu yeniden eski ihtişamına kavuşturma arzusuydu—ve belki de kaçınılmaz bir sona karşı koyma çabasıydı.
Justinianus Sütunu
Bu ideali, yalnızca fetihlerle değil, inşa ettiği anıtlarla da simgelendi. 543 yılında İstanbul’un merkezinde yükselen Justinianus Sütunu, sadece Bizans’ın askeri gücünü değil, imparatorun kendi kimliğinive arzulaını da yansıtıyordu. O, Roma’nın yaşayan mirasçısı olduğunu ilan etmek istiyordu. Ancak hiçbir güç, zamanın aşındırıcı etkisine tamamen direnemez. Roma’nın yıkılışını kimse engelleyemediyse, bu görkemli anıtın da bir gün yok olacağını kimse tahmin edemezdi.
Justinianus Sütunu’nun tepesinde, at üstünde betimlenen imparator, sağ elini doğuya uzatarak adeta meydan okuyordu. Bu jestin, Bizans’ın doğudaki en büyük rakibi olan Sasani İmparatorluğu’na gözdağı verdiği düşünülüyor. Sol elindeyse, üzerinde haç bulunan globus cruciger—Hristiyan dünyasının liderliğini simgeleyen kutsal küre—vardı. Bu detaylar, sütunun yalnızca bir anıt değil, aynı zamanda Bizans’ın siyasi ve dini iddiasının bir göstergesi olduğunu kanıtlıyor.
Fakat bu yapı sadece sembollerle değil, mühendislik harikasıyla da dikkat çekiyordu. Yedi basamaklı mermer bir kaide üzerine inşa edilen sütunun içi tuğladan, dış yüzeyi ise bronz plakalarla kaplıydı. Güneş ışığında parlayan bu kaplama, ona görkemli ve ihtişamlı bir görünüm kazandırıyordu. Heykelin zırhı, tarihçi Prokopios’a göre, Aşil’in mitolojik zırhına benzetilmişti. Kafasında ise tavus kuşu tüyleriyle süslenmiş toufa adı verilen gösterişli bir miğfer bulunuyordu. Justinianus burada yalnızca bir imparator olarak değil, adeta mitolojik bir kahraman gibi resmedilmişti.
Sütunun hemen önünde, diz çökmüş üç bronz heykel bulunuyordu. Bunların, Bizans’a boyun eğen pagan hükümdarları temsil ettiği düşünülüyor. Bu detay, anıtın yalnızca bir zafer nişanesi değil, aynı zamanda Hristiyan Roma’nın zaferini de simgeleyen ideolojik bir araç olduğunu gösteriyor.
Bizans tarihçilerine göre, Justinianus Sütunu en az 14. yüzyıla kadar ayakta kaldı. Bu dönemde İstanbul’u ziyaret eden Rus hacılar ve tarihçi Nikephoros Gregoras, anıtı hâlâ görebiliyordu. Osmanlılar 1453’te şehri fethettiğinde bile sütun hâlâ yerindeydi ve denizden dahi görülebiliyordu.
Gregoras’ın aktardığına göre, bir keresinde heykelin miğferi düşmüş ve onu yerine takmak için olağanüstü bir yöntem kullanılmıştı: Bir akrobat, Ayasofya’nın çatısından sarkıtılan bir ip yardımıyla sütunun tepesine ulaşıp onarımı gerçekleştirmişti. Bu olay, hem anıtın dönemin insanları için ne kadar önemli olduğunu hem de Bizans’ın mühendislik ve cesaret konusundaki sınır tanımayan yaklaşımını gözler önüne seriyor.
DePaul Üniversitesi Sanat Tarihi Profesörü Elena N. Boeck, Konstantinopolis’te Justinianus’un Bronz Atlısı adlı kitabında, İtalyan gezgin Cristoforo Buondelmonti’nin sütunun 70 metre yüksekliğinde olduğunu bildirdiğini aktarır. Eğer bu ölçüm doğruysa, bu sütun neredeyse Dultanahmetteki Theodosius Dikilitaşı’nın üç katı yüksekliğindeydi ve Ayasofya’nın kubbesinden 15 metre daha yüksekteydi. Daha iyi hayal edebilmek için, 25 katlı bir apartmanın tepesinde dev bir imparator heykeli olduğunu düşünün.
Buondelmonti ayrıca Justinianus’un heykelinin sol elinde kutsal küre değil de altın bir elma tuttuğunu ve sağ elini doğuya doğru tehditkâr bir şekilde uzattığını belirtir. Altın elma, antik Roma’da imparatorluğun egemenliğinin simgesi olarak kabul edilirken, doğuya uzanan elin anlamına daha önce belirtmiştim.
Fransız gezgin Pierre Gilles, 1550’lerde İstanbul’a geldiğinde, Justinianus’un heykelinin devasa parçalarının yerde yattığını kaydetmiştir. Ona göre, imparatorun bacağı bir insan boyundan uzundu ve burnu ve atının toynakları birer karış ızunmluğundaydı. Bu anlatımlar, heykelin ne denli anıtsal bir eser olduğunu gözler önüne seriyor.
Ne yazık ki, bu görkemli anıta dair elimizde neredeyse hiçbir görsel malzeme yok. Tek istisna, Anconalı Cyriacus’un isteği üzerine Giovanni Dario’nun 1430’da yaptığı bir çizimdir. Bu çizimde, sütunun daha eski bir anıttan devşirildiğini düşündüren THEO DOSI yazısı dikkat çeker. Bu da sütunda, I. veya II. Theodosius’a ait daha eski bir heykelin yeniden kullanılmış olabileceği ihtimalini doğuruyor.
15.yüzyıla gelindiğinde ise İstanbul halkı, heykelin prestijli konumu nedeniyle onun şehrin kurucusu Büyük Konstantin’e ait olduğuna inanıyordu. Heykelin elinde tuttuğu haç biçimli küre—ya da ‘elma’—ise kentin koruyucu ruhunu simgeliyordu. Öyle ki 1422-1427 yılları arasında kürenin heykelin elinden yere düşmesi, yaklaşan bir felaketin habercisi olarak yorumlanmıştı
Bazı iddialara göre, Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmed, sütunun Bizans’ı ve Hristiyan dünyasını simgelemesinden rahatsız olup heykelin eritilmesini emretti. Ancak başka bir teoriye göre, Osmanlılar heykeli eritmek yerine saray hazinesine kattı. Fatih’in antik eserleri topladığı ve sanata duyduğu ilgi bilindiğinden, bu iddia da tamamen göz ardı edilemez. Fransız gezgin Pierre Gilles, Osmanlıların heykelin parçalarını önce Topkapı Sarayı’nda sakladığını, ardından toplar dökmek için erittiğini öne sürer.
Ancak sütunun kaderine dair en güçlü ihtimal, 1509’da İstanbul’u vuran ve ‘Küçük Kıyamet’ olarak adlandırılan büyük depremde yıkılmış olmasıdır. Muhtemelen Justinianus Sütunu da bu yıkımın kurbanlarından biri oldu. Osmanlı’nın fethi sonrası, şehrin yeni çehresine uyum sağlamayan bu devasa anıttan geriye kalan taşlar da muhtemelen farklı yapılarda kullanılmak üzere parça parça söküldü.
Bugün, İstanbul’un sokaklarında dolaşırken, belki de hiç farkında olmadan bu sütunun taşlarına basıyoruz. Kim bilir? Belki de bir caminin duvarında, bir çeşmenin süslemesinde, hatta bir köprünün temelinde bu kayıp anıtın izleriyle karşılaşıyoruz.
Bu efsanevi yapının hikâyesi, tarihin derinliklerinde kaybolsa da bize önemli bir gerçeği hatırlatıyor: Şehirler değişir, anıtlar yıkılır, fakat geçmişin yankıları asla tamamen kaybolmaz. Belki de tarih, biz farkına varmadan, her gün ayaklarımızın altında yaşamaya devam ediyordur…