Güncel Yazılar Ortadoğu Ortadoğu Tarihi Yahudi Mitolojisi

Yahudilik ve Büyük Bilinmezler: Tevrat, Savaşlar ve Sürgünlerin Ardındaki Gerçek! (3)

İsrailoğulları, Kenan’a yerleşmelerinin hemen ardından, MÖ 12. yüzyılda Deniz Kavimleri’nin bir parçası olan Filistinlilerle (İbranice Peliştim) karşılaşmıştır. Antik Mısır kaynakları, bu toplulukların firavun III. Ramses tarafından Mısır’dan püskürtüldüğünü ve sonrasında Akdeniz kıyısına yerleşerek Gazze, Aşkelon, Aşdod, Ekron ve Gat gibi şehirleri kurduklarını anlatır. Filistinliler, gelişmiş bir uygarlığa sahipti ve özellikle demir işçiliğinde ustalaşmışlardı. Eski Ahit, İsrailoğullarının demir işlemeyi bilmediklerini ve Filistinlilere bağımlı olduklarını açıkça belirtir. Arkeolojik bulgular da Filistinlilerin Miken etkisi taşıyan seramikler ürettiklerini, gelişmiş metal işçiliğine sahip olup ve surlarla tahkim edilmiş şehirler inşa ettiklerini doğrulamaktadır.

İsrailoğulları başlangıçta bağımsız kabileler hâlinde yaşarken, Filistinlilerin tehdidi merkezi bir yönetim ihtiyacını doğurmuştur. Bazı kabileler güçlü bir kralı savunurken, diğerleri Tanrı’nın tek egemen olması gerektiğini öne sürmüştür. Nihayetinde, Saul İsrail’in ilk kralı seçildi. Eski Ahit’e göre, Saul’un seçimi Tanrı’nın peygamber Samuel aracılığıyla onayı veya halkın savaşçı yeteneklerine duyduğu güvenle gerçekleşmiştir. Saul, Ammonlulara karşı kabileleri birleştirip zafer kazansa da en büyük mücadeleyi demir silahlara sahip Filistinliler karşısında verdi. Dağınık yaşayan İsrailoğulları, Filistinlilerin savaş arabaları ve üstün silah teknolojisi karşısında zorlanmıştır.

Saul’un yönetimi, askeri zorlukların yanı sıra dini ve politik gerilimlerle de sarsılmıştır. Peygamber Samuel ile arasındaki çatışma ve Tanrı’nın emirlerine uymadığı iddiası, otoritesini zayıflattı. Zamanla ruhsal çöküş yaşadığı belirtilen Saul’un yerine, Davud’un adı anılmaya başlanmıştır.

Tarihsel açıdan bakıldığında, Filistinliler büyük olasılıkla Ege Bölgesi’nden (Miken veya Girit) veya Anadolu’nun batısından (Luviler veya Hititler) göç etmiş bir topluluktu ve MÖ 12. yüzyılda Kenan’a yerleşmişti. İsrailoğulları, başlangıçta dağınık kabilelerden oluşsa da Filistinlilerin tehdidi onları birleştirerek, merkezi bir krallık kurmaya yöneltti. Saul, İsrail’in ilk kralı olarak bu birliği sağladı ve Filistinlilere karşı mücadele etti, ancak askeri ve teknolojik dezavantajlar nedeniyle zorlandı. Peygamber Samuel ile yaşadığı dini ve politik çatışmalar, onun krallığının zayıflamasına yol açtı ve sonunda yerine Davud’un geçmesine zemin hazırladı. Bu süreç, eski dünyada devletleşmenin kaçınılmaz olarak askeri tehditler, teknolojik gelişmeler ve dini-politik çekişmelerle şekillendiğini gösteren önemli bir örnektir.

Davut, İsrail tarihinin en önemli figürlerinden biri olarak sahneye çıktı. Eski Ahit’e göre Beytlehem’de doğan Davut, genç yaşlarında çobanlık yaparak mütevazı bir hayat sürüyordu. Ancak, o sadece bir çoban değil, aynı zamanda dönemin bağımsız savaşçı gruplarından birinin lideriydi. Onun yükselişi, İsrail’in ilk kralı Saul’un çöküşüyle doğrudan bağlantılıdır.

Davut, halk arasında popülerlik kazandıkça, Saul’un kıskançlığı da büyüdü. Özellikle, Filistinlilere karşı kazandığı zaferler ve halkın onu Saul’dan üstün görmesi, bu düşmanlığı körükledi. Nihayetinde, Davut can güvenliği için İsrail’den ayrılmak zorunda kaldı ve bir süre Filistinliler’in yanında paralı asker olarak çalıştı. Bu, onun siyasi esnekliğini ve hayatta kalma becerisini gösteren önemli bir dönemdi.

Bu sırada, İsrail ile Filistinliler arasındaki savaşlar devam etti. Saul, Gilboa Dağı’nda Filistinlilere karşı ağır bir yenilgi aldı. Üç oğlu savaşta öldü, kendisi de esir düşmemek için intihar etti. Bu trajik son, İsrail’de büyük bir otorite boşluğu yarattı. Krallık, Saul’un hayatta kalan oğlu İş-Boşet ile Davut arasında bölündü ve iç savaş başladı. Ancak Davut’un hem askeri hem de siyasi gücü giderek arttı. İş-Boşet’in suikasta kurban gitmesiyle birlikte, kabileler Davut’un etrafında birleşti ve MÖ 1000 civarında onu kral ilan etti.

Davut, başkent olarak Kudüs’ü seçti. Stratejik konumu nedeniyle Kudüs, birleşik krallığın merkezi olmaya uygundu. Askeri seferlerle krallığını genişleten Davut, Filistinlileri kesin bir yenilgiye uğratarak İsrail’in bağımsızlığını pekiştirdi. Moav, Edom ve Aram gibi bölgeleri fethederek ülkeyi bölgenin en güçlü devletlerinden biri hâline getirdi.

Davut’un krallığını sağlamlaştırma yöntemlerinden biri de evlilikleriydi. Farklı topluluklardan kadınlarla evlenerek siyasi ittifaklar kurmuş ,toplamda 20 eşi ve cariyesinden pek çok çocuğu olmuştu. Ancak bu çok eşli politika, taht kavgalarına ve aile içi çekişmelere zemin hazırladı. Saltanatı boyunca çeşitli siyasi entrikalar ve iç isyanlarla mücadele etmek zorunda kaldı.

Davut, yalnızca bir savaşçı ve kral değil, aynı zamanda İsrail’in kültürel ve dini kimliğini şekillendiren bir figürdü. Kudüs’ü kutsal bir merkez hâline getirdi ve Yahudiliğin sembolik başkenti olmasının temelini attı. Ancak krallığının sonlarına doğru yaşanan taht mücadeleleri, onun ölümünden sonra da sürecek olan siyasi çalkantıların habercisiydi.

Tarihsel olarak bakıldığında, Davut’un hikayesi bir insanın en alttan başlayarak zirveye çıkışını, devlet kurma sürecinin zorluklarını ve gücün getirdiği kaçınılmaz sorunları gözler önüne serer. Onun yaşamı, tarihin yalnızca zaferlerle değil, aynı zamanda iç çekişmelerle de şekillendiğini gösteren çarpıcı bir örnektir.

20.

Davut’un krallığı, İsrail tarihinde hem siyasi hem de dini bir dönüm noktası olmuştur. İsrailoğulları, Davut öncesinde Tanrı ile doğrudan bir ahit içinde olduklarını düşünüyor, dünyevi bir otoritenin bu kutsal düzene etkisini kabul etmiyorlardı. Ancak Davut, bu algıyı tamamen değiştirdi.

İlk kral Saul, yalnızca siyasi bir lider olarak kalmayıp dini otoriteyi de ele geçirmek istemişti. Ancak peygamber Samuel, onun bu girişimini Tanrı’nın iradesine aykırı bularak reddetti. Davut ise çok daha farklı bir strateji izledi. Sadece zaferlerinin Tanrı tarafından onaylandığını göstermekle kalmadı, aynı zamanda kendisini Tanrı’nın kutsal düzeninin bir parçası olarak konumlandırdı. Bu yaklaşım, o dönemde Mısır ve Mezopotamya’daki teokratik yönetimlerle benzerlik gösterse de İsrail’in tek tanrılı inancıyla uyumlu bir çerçeveye oturtuldu.

Davut’un Kudüs’ü başkent yapması hem siyasi hem de dini açıdan stratejik bir adımdı. Şehir, Yahuda ve İsrail kabileleri arasında tarafsız bir konumdaydı ve aynı zamanda Kenanlılar tarafından kutsal kabul ediliyordu. Doğal savunma avantajları da onu askeri olarak cazip hâle getiriyordu. Ancak Kudüs’ü başkent yapmak yalnızca jeopolitik bir karar değildi; Davut, Ahit Sandığı’nı buraya getirerek şehri, Tanrı’nın yeryüzündeki merkezi hâline dönüştürdü. Eski Ahit’e göre, bu tören sırasında Davut, halkın önünde sevinçle dans ederek dini lider kimliğini de pekiştirdi. Böylece İsrail’de monarşi, yalnızca siyasi bir yapı olmaktan çıkıp dini bir kurum hâline geldi.

Davut’un dini mirası, yalnızca Kudüs’ü kutsal bir şehir yapmasıyla sınırlı değildi. Yahudilik ve Hristiyanlıkta büyük öneme sahip Mezmurların büyük bir kısmı ona atfedilir. Mezmurlar, dua, yakarış ve övgü içeren şiirsel metinlerden oluşur. Özellikle 23. Mezmur, onun Tanrı ile olan bağını ve dindarlığını en iyi yansıtan örneklerden biridir: “Rab çobanımdır, eksiğim olmaz.” Ancak tarihçiler, Mezmurların tamamının Davut tarafından yazıldığı konusunda kesin bir kanıt olmadığını belirtir. Yine de onun Tanrı ile doğrudan ilişki kurmaya çalışan dindar bir kral olduğu kesindir.

Davut’un krallığı, siyasi olduğu kadar dini temeller üzerine de inşa edilmişti demiştik. Ölüm döşeğinde, yerine oğlu Süleyman’ın geçmesini sağladı ve bu süreçte dini liderlerin onayını aldı. Süleyman, krallığı döneminde Davut’un bıraktığı teokratik mirası güçlendirdi. En büyük başarısı ise Kudüs’te inşa ettirdiği görkemli tapınaktı. Fenike ve Mısır’dan getirtilen ustalar, sedir ağacı, kireçtaşı, tunç ve altın kullanarak inşa ettikleri bu yapı ile Kudüs, İsrailoğulları için hem dini hem de siyasi bir merkez hâline geldi.

Ancak Süleyman hükümdarlığında, sadece tapınak inşasıyla değil, aynı zamanda aşırı lüks yaşamı ve siyasi evlilikleriyle de dikkat çekti. 700 karısı ve 300 cariyesi olan Süleyman’ın firavunun kızıyla evlenmesi, Mısır ile güçlü bir bağ kurduğunu göstermekteydi. Diplomatik ittifaklar için yaptığı evlilikler, krallığın gücünü artırdı, ancak bu durum ilerleyen yıllarda İsrail’de dini ve siyasi bölünmelere de zemin hazırladı. Süleyman’ın ölümünün ardından krallık iç karışıklıklara sürüklendi ve birlik bozuldu.

Davut’un attığı temeller, Yahudi inancı ve kültürü üzerinde derin izler bıraktı. Onun kurduğu düzen, kralların Tanrı tarafından seçildiği düşüncesini pekiştirdi ve bu anlayış, sonraki yüzyıllarda monarşik yönetimlerin meşruiyet kaynağı olmaya devam etti. Davut’un yönetimi, bir krallığın gücünün yalnızca kılıçla değil, inanç ve ideolojiyle de pekiştirilebileceğinin en büyük kanıtlarından biri olarak tarihe geçti.

Süleyman’ın hükümdarlığı, görkemli saraylar, zenginlik ve diplomatik başarılarla anılsa da halkı çok zorlayan bir dönemdi. Vergilerin ağırlığı ve zorunlu çalışma, toplumda huzursuzluğa neden oldu. Tapınak inşaatı, saraylar ve diğer devasa projeler için binlerce insan zorla çalıştırıldı, bu da halk arasında büyük bir rahatsızlık yarattı.

Süleyman’ın ölümüyle birlikte bu huzursuzluk bir isyana dönüştü. Rehavam’ın tahtı devralmasıyla birlikte kuzeydeki kabileler baskıya karşı çıkarak bağımsızlıklarını ilan etti. Bu bölünmenin sonucunda Kudüs merkezli Yahuda Krallığı ile kuzeydeki on kabileden oluşan Israil Krallığı ortaya çıktı. Bu ayrılık, siyasi bir felaket gibi görünse de zamanla dini ve kültürel bir dönüşümü de beraberinde getirdi.

Bu yeni dönemde peygamberler, dini düşüncenin yeniden şekillenmesine öncülük etti. Amos, Hoşea ve Mika gibi peygamberler, Tanrı’nın sadece ibadet ve kurbanlarla ilgilenmediğini, adaletin ve toplumsal düzenin esas olduğunu vurguladı. Amos, zenginlerin yoksullar üzerindeki baskısını sert bir dille eleştirirken, Hoşea, Israil’in Tanrı’ya sadakatsizliğini bir ihanet olarak tanımladı ve sonunda Tanrı’n merhametiyle bağışlanacağını söyledi. Mika ise dini ritüellerden çok, adil, merhametli ve alçakgönüllü bir yaşamın Tanrı’nın asıl isteği olduğunu savundu.

Sonuç olarak, Israil ve Yahuda’nın bölünmesi, yeni bir dini düşüncenin doğmasına zemin hazırladı. Yeni peygamberler, sosyal adalet ve ahlaki sorumluluk kavramlarını dini inançların merkezine yerleştirerek, önemli bir teolojik miras bıraktılar. Tanrı ile insan arasındaki ilişkiyi sadece tapınaktan ibaret görmeyen bu anlayış, dinin sadece ibadet değil, aynı zamanda ahlaki ve toplumsal bir sorumluluk olduğunu vurgulayan, çağdaş teolojik düşüncenin de temelini oluşturdu.

İsrailoğulları, tarih boyunca birçok toplumda olduğu gibi, sözlü gelenekten yazılı kültüre geçiş sürecini yaşadı. Özellikle Davut’un hükümdarlığı döneminde, o güne dek yalnızca ağızdan ağıza aktarılan şiirler, öyküler ve tarihsel olaylar yazıya geçirilmeye başlandı. Bu süreç yalnızca tarihi kayıtları değil, hukuki metinleri, dini öğretileri, kehanetleri ve öğüt verici metinleri de kapsayan geniş bir koleksiyonun oluşmasını sağladı.

İsrailoğulları, MÖ 10. yüzyılda gelişmiş metal işçiliğine veya anıtsal mimariye sahip olmasalar da yazı alanında kayda değer bir ilerleme gösterdiler. Kaleme aldıkları metinler, zaman içinde Sophokles’in trajedileri veya Shakespeare’in dramatik eserleri kadar etkili oldu ve yalnızca edebi değil, kültürel ve dini açıdan da insanlık tarihine yön verdi.

Bu kutsal yazılar, nesilden nesile aktarılan ve farklı dönemlerde yazıya geçirilen metinlerden oluşuyordu. İsrail halkının kimliğini ve kökenlerini anlatan mitler, Mezopotamya’nın köklü söylenceleriyle büyük benzerlikler taşıyordu. Fırat ve Dicle kıyılarındaki antik kentlerde bulunan kil tabletlerdeki anlatılar, Eski Ahit’teki öykülerle dikkat çekici paralellikler sergiliyordu. Enki ve Ninhursag miti, yaratıcı tanrının dünyayı nasıl şekillendirdiğini anlatırken, Atrahasis Destanı insanın topraktan yaratılışını işliyordu. Adapa Miti, yasak yiyeceğin yenmesiyle kaybedilen ölümsüzlük temasını barındırırken, Gılgamış Destanı büyük tufan anlatısıyla Nuh Tufanı’na büyük benzerlik gösteriyordu. Bu ortak noktalar, İsrailoğulları’nın kutsal metinlerinin Mezopotamya’dan önemli ölçüde etkilendiğini ortaya koymaktadır. Ancak İsrailoğulları, bu mitleri yalnızca kopyalamakla kalmadı, onları kendi inanç sistemlerine uyarlayarak dönüştürdü.

Eski Ahit’in bölümlerinden Yaratılış Hikâyesi, Mezopotamya mitlerinden esinlenmiş olsa da kendine özgü bir dünya görüşü sundu. Tanrı, Adem ve Havva’ya yeryüzünü denetleme görevini verdi ve insanın doğayla ilişkisini kutsal bir çerçevede şekillendirdi. Ancak İlk Günah anlatısında, Tanrı’nın buyruğunun çiğnenmesi insanlığa ceza olarak sunuldu: “Ekmeğini alın teri dökerek kazanacaksın”. Bu anlayış, İsrailoğulları’nın dünya görüşünde, emeğin kutsallığını ve hayatın zorluklarının kaçınılmazlığını vurgulayan bir açıklama işlevi gördü.

Eski Ahit, yalnızca yaratılış ve mitolojik anlatıları değil, aynı zamanda İsrailoğulları’nın tarihini de kayıt altına aldı. Mısır’dan Çıkış, çölde geçen yıllar, Kenan’a yerleşme, krallar dönemi ve peygamberlerin kehanetleri, kutsal metinlerin temel taşları hâline geldi. Musa’nın liderliğinde yaşanan özgürlük mücadelesi, Davut ve Süleyman’ın yönetimleri, İsrail ve Yahuda’nın ayrılması gibi tarihsel olaylar bu metinlerde yankı buldu.

Dönemin büyük uygarlıkları, inşa ettikleri piramitler, zigguratlar ve tapınaklarla hatırlanırken, İsrailoğulları’nın en büyük mirası yazılı metinleri oldu. Eski Ahit, yalnızca bir dinî eser değil, aynı zamanda insanlığın en eski edebi ve felsefi hazinelerinden biri olarak kalıcılığını korudu.

Eski Ahit’e göre, Tanrı altı gün içinde evreni ve içindeki tüm canlıları yaratarak dünyaya hayat vermiştir. Yaratılış süreci, ışığın ve karanlığın ayrılmasıyla başlamış, ardından gökyüzü, kara ve denizlerin oluşumu takip etmiştir. Daha sonra bitkiler, gök cisimleri, hayvanlar ve en sonunda insan yaratılmıştır. Tanrı, insanı kendi suretinde yaratarak ona akıl ve irade vermiş, dünyayı yönetme görevini ona emanet etmiştir. Yedinci gün ise Tanrı, yaptığı işleri tamamlayarak dinlenmiştir.

Bilimsel açıdan bakıldığında, modern kozmoloji ve evrim teorisi, evrenin ve Dünya üzerindeki yaşamın milyarlarca yıl süren doğal süreçler sonucunda oluştuğunu öne sürmektedir. Büyük Patlama (Big Bang) teorisine göre evren yaklaşık 13.8 milyar yıl önce meydana gelmiş, yıldızlar ve gezegenler milyarlarca yıl içinde oluşmuştur. Dünya’nın yaklaşık 4.5 milyar yıl önce meydana geldiği ve canlıların evrim süreciyle geliştiği bilimsel kanıtlarla desteklenmektedir. Evrim teorisi, yaşamın basit organizmalardan başlayarak, zaman içinde doğal seçilim yoluyla çeşitlendiğini ve insanın da bu sürecin bir parçası olduğunu ileri sürmektedir.

Tarihsel ve kültürel bağlamda değerlendirildiğinde, Yaratılış anlatısı, antik İsrail toplumunun dünya görüşünü ve inançlarını yansıtmaktadır. Tevrat’ın yazıldığı dönemde bilimsel bilgiler sınırlı olduğu için, evrenin kökeni, mitolojik ve dini bir çerçevede ele alınmıştır. Yaratılış anlatısının, doğaüstü bir yaratıcıya olan inancın bir yansıması olarak sembolik ve alegorik bir şekilde kurgulandığı da öne sürülmektedir.

Sonuç olarak, Tevrat’ın Yaratılış anlatısı, Tanrı’nın evreni bilinçli bir şekilde yarattığını vurgulayan dini bir açıklama sunarken, bilimsel teoriler evrenin ve yaşamın fiziksel ve doğal yasalar çerçevesinde geliştiğini ortaya koymaktadır. Bu iki yaklaşım farklı perspektiflerden ele alınsa da ikisi de insanlığın kökenini ve evrenin oluşumunu anlama çabasının bir parçası olarak değerlendirilmelidir.

 

Eski Ahit’in en etkileyici bölümlerinden biri olan Eyüp Kitabı, yalnızca bir dini metin değil, insanlık tarihinin en derin felsefi sorularına dair bir şiirdir. Hak etmeyen insanlar neden acı çeker? İnsan adaleti ile ilahi irade arasındaki çatışma nasıl anlamlandırılmalıdır? Eyüp’ün hikâyesi bu sorular etrafında şekillenir ve edebi derinliğiyle okuyucuya çarpıcı bir deneyim sunar.

Ancak Eyüp Kitabı’nın kökeni yalnızca İsrailoğullarına ait değildir. Mezopotamya medeniyetlerinde de benzer anlatılar bulunur. M.Ö. 2. binyılda yazılmış olan “Bir Adil İnsan ile Tanrısı Arasındaki Diyalog” ve Babil’in “Iştar’a Ağıt” metinleri, Eyüp’ün hikâyesiyle tematik benzerlikler taşır. Bu metinlerde de masum bir insan, felaketlerle sarsılır ve tanrılara adalet çağrısında bulunur. Ancak Eyüp Kitabı, bir şairin elinde sanatsal bir zirveye ulaşır ve yalnızca bir dini anlatı olmakla kalmaz, insan ruhunun derinliklerine işleyen bir felsefi eser haline gelir.

Eyüp, Tanrı’ya bağlı, zengin ve mutlu bir adam olarak tanıtılır. Ancak beklenmedik bir anda her şeyini kaybeder. Bu felaketlerin ardında, Tanrı ile Şeytan arasında geçen metafizik bir tartışma vardır. Şeytan, Eyüp’ün Tanrı’ya olan bağlılığının, sahip olduğu nimetlerden kaynaklandığını iddia eder. Ona göre Eyüp her şeyini kaybederse sadakati de sona erecektir. Tanrı, bu iddiayı sınamak için Eyüp’ün mallarını, ailesini ve sağlığını kaybetmesine izin verir.

Başlangıçta Eyüp, sarsılmaz bir sabır ve imanla bu felaketleri karşılar. Ancak acı dayanılmaz hâle geldiğinde, adaletin anlamını sorgulamaya başlar. Arkadaşları ona, Tanrı’n adil olduğunu ve yaşadıklarının gizli günahlarının bir sonucu olduğunu söyler. Ancak Eyüp, suçsuz olduğunu savunur ve Tanrı’ya isyan eder. “Neden kötüler refah içinde yaşar da masumlar acı çeker?” sorusu, insanlığın en eski felsefi meselelerinden biri olan Teodise problemine kapı aralar. İlk olarak Alman matematikçi ve filozof Leibniz tarafından sistematik bir şekilde ele alınan Teodise probleminin en temel sorusu şudur: “Eğer Tanrı mutlak iyi, her şeye gücü yeten ve her şeyi bilen bir varlık ise, dünyada kötülük neden vardır?” Bu soruya teolojik ve felsefi çevrelerde, Tanrının insanlara kötüye de kullanabileceği özgür irade vermiş olması, acının insanları olgunlaştırıp, Tanrı’ya yaklaştıran bir imtihan aracı olması, kötülüklerin daha büyük bir iyiliğin ortaya çıkmasına hizmet etmesi veya kötülüğün tam nedeninin insan aklıyla kavranamaması gibi cevaplar verilmiştir.

Eyüp, Tanrı’dan bir yanıt bekler ve sonunda Tanrı bir kasırganın içinden ona seslenir. Ancak Tanrı, Eyüp’ün sorularına doğrudan yanıt vermez. Bunun yerine ona evrenin büyüklüğünü, doğanın ihtişamını ve yaratımın gizemini hatırlatır.Dünya’nın temellerini kim koydu? Bilgiliysen anlat.” diyerek Eyüp’e meydan okur.

Bu büyük karşılaşma, aslında şu düşünceyi ima eder: İnsan, varoluşun bütün anlamını kavrayabilecek kadar bilge midir? Eyüp, sorularının tam bir yanıtını alamasa da sonunda Tanrı’nın büyüklüğü ve kendi sınırlılığı karşısında teslim olur. “Kendi anlamadığım şeyleri konuştum,” diyerek alçakgönüllülükle kabullenir. Hikâyenin sonunda Eyüp, kötü kaderi düzelir. Ancak bu, onun acılarına tam anlamıyla bir açıklama getirmez. Eyüp Kitabı, ilahi adaletin insan aklının sınırlarını aşan bir boyutta işlediğini vurgular.

Eyüp’ün hikâyesi, sadece bir dini anlatı olmanın ötesinde, edebiyat ve felsefede de derin izler bırakmıştır. Shakespeare’den Dostoyevski’ye kadar pek çok yazar, insanın acı ile olan ilişkisini anlamlandırmak için bu hikâyeye başvurmuştur. Modern dünyada dahi Eyüp’ün soruları yankılanmaya devam ederse de Eyüp Kitabı, bunlara kesin bir yanıt sunmaz. Ancak insanlığın en kadim sorularını en derin ve etkileyici şekilde dile getiren metinlerden biri olmaya devam etmektedir.

MÖ 721’de Asur İmparatorluğu, İsrail Krallığı’nı yıkarak halkını imparatorluğun çeşitli bölgelerine sürgün etti. Asurluların uyguladığı bu zorunlu iskân politikası, İsrail’in on kabilesinin zamanla kimliklerini kaybetmesine neden oldu. Bu topluluklar tarihte On Kayıp Kabile olarak anılacak, izleri Afrika’dan Asya’ya kadar farklı coğrafyalarda aranacak ama kesin bir sonuca ulaşılamayacaktı.

İsrail’in çöküşünün ardından güneydeki Yahuda Krallığı varlığını bir süre daha sürdürse de MÖ 586’da Babil Kralı II. Nebukadnezar Kudüs’ü ele geçirdi, Yahudi halkını Babil’e sürgüne gönderdi ve Süleyman Tapınağı’nı yerle bir etti. Babil sürgünü, Yahudiler için yalnızca bir yıkım değil, aynı zamanda dini kimliklerini koruma ve kutsal metinleri yazılı hale getirme çabalarının başladığı bir dönem oldu.

MÖ 539’da Pers Kralı Büyük Kiros’un Babil’i fethetmesiyle Yahudiler için yeni bir dönem başladı. Kiros, Yahudilerin Kudüs’e dönmelerine ve tapınaklarını yeniden inşa etmelerine izin verdi. MÖ 516’da Süleyman Tapınağı tekrar inşa edildi ve Yahudi dini kimliği, sürgünün getirdiği dönüşümle birlikte, daha sistematik bir yapıya kavuştu. Bu süreçte Eski Ahit’in temel metinleri derlenmeye başladı.

Büyük İskender’in fetihleriyle Yahudi toprakları Helenistik dünyanın bir parçası haline geldi. MÖ 198’de Selevkos Krallığı’nın yönetimine geçen Yahuda, ağır bir kültürel ve dini baskı altına girdi. Selevkos Kralı IV. Antiohos, Yahudi ibadetini yasakladı, Tevrat’ın okunmasını ölümle cezalandırdı ve tapınağa Zeus’un heykelini yerleştirerek Helen kültürünü dayattı. Bu baskılar, Yahudiler arasında büyük bir direnişe yol açtı ve sonunda Makkabi Ayaklanması’nı başlattı. Yahudi halkı, siyasi bağımsızlığını kaybetse de dini kimliğini korumayı başarmış ve kutsal metinlerini yazıya dökerek bu kimliği gelecek nesillere aktarmıştır.

Bu süreç, yalnızca Yahudilik için değil, dünya tarihindeki birçok dini ve kültürel oluşum için de kritik bir dönüm noktasıdır. Eski Ahit’in şekillenişi, bir halkın tarih boyunca karşılaştığı zorluklara karşı direnme, hafızasını koruma ve inancını güçlendirme mücadelesinin yazılı bir anıtı olarak kalmaya devam etmektedir.

MÖ 63’te Roma Cumhuriyeti’nin Yahuda’yı topraklarına katmasıyla Yahudi halkı için yeni bir dönem başladı. Roma yönetimi, yüksek vergiler ve siyasi baskılarla Yahudileri zor durumda bıraktı. Pagan inanç sistemine dayalı Roma politikaları, Yahudilerin dini kimliği için büyük bir tehdit oluşturuyordu. Buna rağmen Yahudiler, bağımsızlıklarını kaybetmelerine rağmen kimliklerini koruma mücadelesini sürdürdüler.

Roma baskısı, Yahudiler arasında büyük bir direnişe yol açtı ve MS 66’da Birinci Yahudi-Roma Savaşı başladı. Başlangıçta başarılı olan Yahudiler, Kudüs’ü ele geçirerek bağımsızlıklarını ilan etti. Ancak Roma İmparatoru Nero, isyanı bastırmak için General Vespasian’ı görevlendirdi. Vespasian ve oğlu Titus’un yönetimindeki Roma ordusu, Yahudi direnişini kırarak MS 70’te Kudüs’ü fethetti.

Bu savaş, Yahudi tarihi için geri dönüşü olmayan bir yıkımı beraberinde getirdi. Kudüs tamamen harap edildi, Yahudilerin kutsal merkezi olan İkinci Tapınak yakılarak yok edildi. Tapınak ibadetinin sona ermesiyle Yahudi dini pratiğinde köklü bir değişim yaşandı; kurban ibadetinin yerini dua ve Tevrat çalışmaları aldı. Kudüs’ten sürgün edilen Yahudiler, Roma topraklarına dağılmak zorunda kaldı ve diaspora süreci başladı.

MS 132’de Yahudiler, Roma İmparatoru Hadrian’a karşı bir kez daha ayaklandı. Bar Kohba liderliğindeki isyan, kısa süreli bir başarı kazandı ancak Roma ordusunun sert müdahalesiyle MS 135’te kanlı bir şekilde bastırıldı. Hadrian, Yahudilerin Kudüs’e girişini yasakladı, şehri Aelia Capitolina adıyla yeniden inşa etti ve Yahuda eyaletinin adını Filistin olarak değiştirdi. Bu, Yahudi kimliğini silmeye yönelik sembolik bir adımdı. Bu olaydan sonra Yahudilerin büyük bir kısmı Filistin topraklarını terk etmek zorunda kaldı ve dünyanın dört bir yanına yayıldı.

Roma yönetiminin Yahudileri topraklarından sürmesiyle diaspora dönemi başladı. Yahudi toplulukları, Avrupa, Kuzey Afrika, Orta Doğu ve Asya’ya dağılarak farklı kültürlerin içinde azınlık olarak yaşamaya başladı. Çoğu Yahudi, kendilerine dayatılan sosyal ve ekonomik kısıtlamalar nedeniyle gettolarda yaşamak zorunda kaldı ve Orta Çağ boyunca çeşitli ayrımcılıklara ve pogromlara maruz kaldı. Buna rağmen Yahudiler, kimliklerini koruyarak dini ve kültürel miraslarını yaşatmaya devam ettiler.

Diaspora sürecinde Yahudilerin kimliklerini korumalarını sağlayan en önemli unsur, kutsal metinleriydi. Eski Ahit ve diğer kutsal yazılar, Yahudi halkının tarihini, yasalarını ve inançlarını koruyarak onları bir arada tutan güçlü bir bağ haline geldi. Kitab-ı Mukaddes, yalnızca Yahudiler için değil, tüm insanlık için büyük bir miras oluşturdu. Adalet, ahlak, bireysel sorumluluk ve tarih bilinci gibi evrensel kavramları şekillendirerek medeniyetlerin düşünsel temellerinden biri haline geldi.

Yahudi halkı, Roma egemenliği altında baskı ve sürgünle karşılaşmış olmasına rağmen, kimliğini koruyarak hayatta kalmayı başarmıştı. Diaspora, Yahudi kültürünü farklı coğrafyalara taşıyarak onun evrensel bir mirasa dönüşmesine de zemin hazırlamıştır. Tarih boyunca sürgün, zulüm ve ayrımcılığa maruz kalmalarına rağmen Yahudiler, kutsal metinlerini ve dini kimliklerini koruyarak varlıklarını sürdürmüşlerdi.

Tarih boyunca büyük acılar çeken Yahudi halkı, Holokost gibi trajedilere maruz kalmış olsa da, günümüzde İsrail’in Gazze’de yürüttüğü operasyonlar ve Filistinli sivillere yönelik şiddet, insan hakları ve uluslararası hukuk açısından ciddi eleştirilere neden olmaktadır. Batı’nın yüzyıllardır savunduğu ahlaki değerler ile yaşanan zulme karşı gösterdiği tepkisizlik arasındaki derin çelişki, Batı liberalizmine duyulan güvenin sarsılmasına yol açıyor. Bu durum, yalnızca ahlaki bir ikilem değil, aynı zamanda küresel güç dengelerinde yeni bir dönüşümün habercisi olabilir. Sizce dünya, bu çelişkilerle yüzleşmeye hazır mı?