Yahudiliğin Kökleri: Tarih, Mitoloji ve Kutsal Metinler Arasındaki Gerçek! (2)
Eski Ahit’e göre, Tanrı bir gün İbrahim’in sadaktini sınamak için ondan oğlu İshak’ı kurban etmesini istedi. İbrahim, bu emre itaat ederek oğluyla birlikte dağa çıktı, ateş yakmak için dal parçaları topladı ve İshak’ı sunağın üzerine yatırdı. Ancak, tam oğlunu kurban etmek üzere bıçağını kaldırdığında, “Rabbin meleği” onu durdurarak şöyle seslendi: “Artık sende Tanrı korkusu olduğunu biliyorum”.
İbrahim, Tanrı’nın buyruğuna itaat ederek bir koçu kurban etti ve bunun üzerine Tanrı ona ‘soyunun gökyüzündeki yıldızlar kadar çoğalacağını’ müjdeledi. Bu arada madem konusu açıldı gökyüzündeki yıldızların sayısını kesin olarak belirlemek mümkün olmasa da bilim insanları evrende 200 milyar ila 2 trilyon galaksi bulunduğunu tahmin ediyor. Sadece Samanyolu Galaksisi’nde yaklaşık 100 ila 400 milyar yıldız olduğu düşünülüyor. Gözlemlenebilir evrende, ortalama bir galakside 100 milyar yıldız olduğu varsayarsak, bu sayı 10²² ila 10²⁴ arasında değişir—yani 10 sekstilyon ila 1 septilyon yıldız olabilir (1’den sonra 24 sıfır). Bu miktar, dünya üzerindeki tüm kum tanelerinin sayısından bile fazladır.
Ancak, Tanrı’nın İbrahim’e vaat ettiği bu kalabalık soy, zaman içinde pek çok zorlukla karşılaştı. Günümüzde Yahudi nüfusu yaklaşık 15,7 milyon olup, dünya nüfusunun yalnızca %0,2’sini oluşturmaktadır. Yahudilerin büyük çoğunluğu İsrail’de (7,2 milyon) ve Amerika Birleşik Devletleri’nde (6,3 milyon) yaşamaktadır. Holokost öncesinde (1941 ve 1945 arasında gerçekleşen Yahudi Soykırımı), 1939 yılında dünya üzerindeki Yahudi nüfusu 16,6 milyona ulaşarak zirveye çıkmış ve bu, dönemin dünya nüfusunun %0,7’sine denk gelmiştir. Tarih boyunca büyük sürgünler, savaşlar ve soykırımlarla karşı karşıya kalan bu topluluk, inançları ve kültürel kimlikleri sayesinde varlıklarını sürdürmeyi başarmıştır. İbrahim’e verilen “yıldızlar kadar çok olma” vaadi, belki de sayılarla değil, Yahudilerin insanlık tarihine yön veren etkileriyle anlam bulmuştur.
Konuya dönelim… Bu anlatı, dönemin Ortadoğu toplumlarında yaygın olan kurban ritüelleriyle bağlantılı olabilir. Arkeolojik bulgular, özellikle Kenan ve Fenike kültürlerinde çocuk kurban etmenin, bazı dini pratiklerde yer aldığını göstermektedir. Kartaca ve Kenan bölgelerinde bulunan kurban alanlarında Fenikelilerin, bölgede tapınılan tanrılar Molek ve Baal’e insan kurban ettiği bilinmektedir. Ancak İbrahim’in hikâyesi, Tanrı’nın merhametini ve insan kurbanını reddedişini vurgulayan bir mesaj olarak kabul edilirken, insan yerine hayvan kurbanının benimsendiği bir dönüm noktası olmuştur. Mezopotamya ve Ugarit mitolojilerinde de benzer anlatılar yer alsa da İbrahim’in hikâyesi tek tanrıya bağlılık vurgusuyla bunlardan ayrışmaktadır. Bu olay, Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam için önemli bir teolojik dönüşüm simgesi olmuştur. Az önce söylediğim gibi İslam geleneğinde bu anlatı Hz. İsmail ile ilişkilendirilmiş ve Kurban Bayramı’nın temelini oluşturmuştur.
Yakup’un gizemli bir yabancıyla – Tanrı’nın bir meleğiyle ya da Tanrı’nın kendisiyle güreşmesi- Eski Ahit’te önemli bir dönüm noktası olarak anlatılır. Gece boyunca süren bu mücadelede Yakup, pes etmez ve sonunda bu yabancı ona “Artık adın Yakup değil, İsrail olacak, çünkü Tanrı’yla ve insanlarla güreştin ve galip geldin” der. İsrail, “Tanrı ile güreşen” anlamına gelir ve bu isim, Yakup’un yalnızca kendi kaderini değil, aynı zamanda soyunun da ilahi bir mücadele ve dönüşüm içinde şekilleneceğini simgeler.
Bu anlatı, antik Ortadoğu mitolojilerindeki “Tanrı ile mücadele eden kahraman” motifine benzer. Güreş sahnesi, sadece fiziksel bir karşılaşma değil, aynı zamanda ruhsal bir sınav ve kimlik dönüşümüdür. Güreşin sonunda Yakup’un kalçası sakatlanır, ancak mücadeleyi bırakmaz. İsrail halkının doğuşunu ve Tanrı ile olan ilişkisini anlatan bu hikâye, Yahudi kimliğinin temel taşlarından biri haline gelmiştir. Yakup’un yeni adı olan İsrail ile kutsanması, onun ve soyunun Tanrı tarafından seçilmiş bir kavim olduğunun bir işareti olarak kabul edilir.
İbranilerin erken dönem tarih anlatıları, sonraki kuşaklar tarafından şekillendirilmiş olabilir. Antropolojik açıdan bakıldığında, erken toplumlarda kolektif kimliğin oluşturulması için kurucu figürler yaratmak yaygın bir pratiktir. İbraniler de atalarına dair anlatıları nesiller boyunca sözlü olarak aktarıp dönüştürerek, tarihlerini daha derli toplu ve hatırlanabilir hale getirmiş olabilirler. Bu süreçte, eski liderlerin Tanrı’yla konuşmalarına dair anlatılar zamanla eklenmiş veya dramatize edilmiş olabilir. Benzer hafıza inşası, birçok eski toplumda görülmektedir. Bu anlatılar, İbranilerin monoteizme geçiş sürecini de etkilemiş olabilir. Erken dönem önderleri, tarih içinde geriye dönük olarak peygamber figürlerine dönüştürülmüş ve zamanla tek tanrılı dinlerin temel taşlarını oluşturan karakterler haline gelmiştir. Bu dönüşüm, teolojik gelişmelerin yanı sıra, toplumsal hafızanın şekillenmesiyle bağlantılıdır. Modern tarih ve din araştırmaları, bu anlatıların mitolojik unsurlar, sözlü gelenekler ve kolektif bellek süreçleriyle nasıl şekillendiğini incelemektedir. Arkeolojik bulgular ve karşılaştırmalı mitoloji çalışmaları da bu anlatıların kökenleri hakkında yeni bilgiler sağlamaktadır.
Mitologlar, İbrani anlatılarının antik Yakın Doğu mitolojileriyle olan benzerliklerine dikkat çeker. Amerikalı mitolog Joseph Campbell, Rumen din tarihçisi Mircea Eliade ve Fransız antropolog Claude Lévi-Strauss gibi isimler, dini anlatıların oluşumunda arketiplerin ve sözlü geleneklerin etkisini vurgulamıştır. Joseph Campbell ‘Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’ adlı çalışmasında İbrahim’in yolculuğu ile “kahramanın yolculuğu” anlatısı arasında benzerlik kurmuştur. Tanrı’nın İbrahim’e toprak vaat etmesi ve sınavlardan geçmesi, tipik mitolojik unsurlardır. Mircea Eliade, ‘Kutsal ve Profan’ adlı çalışmasında, İbranilerin atalarına dair anlatıların tarihsel olmaktan çok kutsal zamanın yeniden inşası olduğunu belirtir. İbrahim’in Tanrı ile yaptığı ahit, Mezopotamya kralı Gudea’nın tanrılarla yaptığı anlaşmalara benzer. Nuh Tufanı anlatısı, Babil’in Gılgamış Destanı’ndaki tufan hikâyesiyle paralellik gösterir. Musa’nın doğumu, Sümer Kralı Sargon’un doğum efsanesiyle benzerlik taşır. Bu tür paralellikler, İbranilerin erken dönem anlatılarının çevrelerindeki büyük uygarlıklardan etkilenerek şekillendiğini gösterir.
Antropologlar ise İbranilerin tarih anlatılarının toplumsal bellek ve kimlik inşası sürecinde nasıl şekillendiğini analiz etmiştir. Alman Mısırbilimci Jan Assmann,’ Kültürel Bellek’ adlı çalışmasında İbranilerin tarih anlatılarını, kimlik inşası için kullandığını ve Yahudiliğin Mısırlılar ve Kenanlılardan ayrışarak geliştiğini öne sürer. Fransız filozof Maurice Halbwachs’a göre, toplumlar geçmişlerini sürekli yeniden kurgular. Yazar ‘Kolektif Bellek Teorisi’nde İbranilerin atalarının anlatılarını, kolektif hafızayı canlı tutmak için şekillendirilmiş olabileceğini iddia eder. Fransız sosyolog Émile Durkheim, ‘Dini Hayatın İlk Biçimleri’nde kabile toplumlarında dinin sosyal dayanışmayı sağladığını belirtir. İbrani soy anlatıları da bu aidiyeti pekiştirmiştir. Fransız antropolog Claude Lévi-Strauss, ‘Mit ve Anlamın Yapısı’nda mitlerin iç içe geçmiş ve tekrar eden yapılar içerdiğini vurgular. İbrani anlatıları da tarihî olayları anlamlandırmak için birbirine bağlı figürler üzerinden inşa edilmiştir.
Sonuç olarak mitolojik ve antropolojik açıdan değerlendirildiğinde, İbranilerin erken dönem anlatıları, tarihsel olayların doğrudan kaydı olmaktan çok, kolektif bellek ve mitolojik etkilerle şekillenmiş olabilir. Bu anlatılar, Mezopotamya kültürlerinden esinlenmiş ve İbrani kimliğinin inşasında önemli bir rol oynamıştır. Özetle, eski liderler zamanla kutsal figürlere dönüştürülerek, toplumsal hafıza ve dini gelişimin bir parçası haline gelmiştir.
İbranilerin Tanrı ile yaptığı ahit, onların göçebe yaşamlarını terk etmelerini zorunlu kılmamıştı. Tevrat’ta anlatılan olaylar, İbranilerin yerleşik topluluklarla nasıl karşılaştıklarını ve kimliklerini nasıl koruduklarını gösteren önemli anlatılar içerir. Bu bağlamda, Şekem Olayı İbranilerin Kenan halkıyla etkileşimlerine dair çarpıcı bir örnek sunar.
Eski Ahit’e göre, Kenan topraklarında yaşayan bir hükümdarın oğlu Şekem, Yakup’un kızı Dina’ya tecavüz eder, ancak ona âşık olup evlenmek ister. Bunun üzerine hükümdar, İbranileri bu evliliğe ikna etmeye çalışır ve onlara şu teklifi sunar:
“Birbirimize kız verip alalım. Bizimle birlikte yaşayın. Ülke önünüzde, nereye isterseniz yerleşin, ticaret yapın, mülk edinin.”
Bu sözler, Kenanlıların İbranileri asimile etmeye çalıştıklarını veya en azından kendi toplumlarına entegre etmek istediklerini gösteriyor olabilir. Göçebe bir halkın yerleşik düzene geçmesi, büyük toplumsal ve ekonomik değişimlere yol açabileceğinden, İbraniler bu teklife ihtiyatla yaklaşmış olabilirler.
Ancak Yakup’un oğulları, görünüşte teklifi kabul eder gibi davranarak bir plan yapar. Koşul olarak, Kenan halkının İbraniler gibi sünnet olmalarını isterler. Kenanlılar bu şartı kabul eder ve tüm erkekler sünnet edilir. Ancak bu bir tuzaktır. Üçüncü gün, sünnetin acısı sürerken, Yakup’un oğulları Şimon ve Levi kente saldırır, tüm erkekleri öldürür ve şehri yağmalar.
Bu olay, İbranilerin kimliklerini koruma konusundaki kararlılıklarını ve Kenanlılarla entegrasyona karşı direnişlerini gösteriyor olabilir. Aynı zamanda, erken dönem İsrail toplumunun dış tehditlere karşı kendini nasıl savunduğunu anlatan bir kolektif hafıza anlatısı olarak da değerlendirilebilir.
Jan Assmann, ‘Kültürel Bellek’ adlı çalışmasında Yahudi kimliğinin dış topluluklarla keskin sınırlar çizerek inşa edildiğini öne sürer. İngiliz antropolog Mary Douglas ise ‘Saflık ve Tehlike’ adlı çalışmasında dinî yasakların ve ritüellerin, toplumların kendilerini “ötekilerden” ayırmak için kullandıkları araçlar olduğunu savunur. Bu anlatıda sünnet, sadece bir dini ritüel değil, aynı zamanda bir ayrım çizgisi ve stratejik bir savaş aracı olarak kullanılmış olabilir. Claude Lévi-Strauss ‘Yapısalcı Mit Analizi’nde mitlerin, toplumların tarihlerini anlamlandırmak için oluşturduğu anlatılar olduğunu ileri sürer. Dolayısıyla Şekem Olayı, İbranilerin yerleşik düzene geçiş sürecindeki gerilimleri ve kimlik koruma stratejilerini yansıtan bir kolektif hafıza anlatısı olabilir.
Uzun süre göçebe olarak yaşayan İbraniler, zamanla Kenanlıların yerleşik yaşam biçiminin sunduğu ekonomik avantajların etkisiyle tarım ve ticarete yönelerek bu düzene uyum sağlamış olmalıdır.
Eski Ahit’in ilk bölümleri, bu dönüşüme dair önemli ipuçları sunar. Çeşitli anlatılarda, İbranilerin arazi satın aldıkları, tarımla uğraştıkları ve ekonomik ilişkiler kurdukları görülür. Örneğin, İbrahim’in eşi Sara’nın mezarı için Kenanlılardan arazi satın alması, onların mülkiyet kavramını benimsediğini gösterir. Ancak bu değişim ani bir kopuşla değil, kademeli bir süreçle gerçekleşmiştir. Amerikalı antropolog Marshall Sahlins, “Taş Devri Ekonomisi” adlı kitabında göçebe toplulukların yerleşik hayata geçişinin sosyal, ekonomik ve ekolojik faktörlerin etkisiyle şekillendiğini belirtir. Benzer şekilde, İbraniler de bölgesel güç dengeleri, nüfus artışı ve ticari zorunluluklar nedeniyle yerleşik hayata yönelmiş olabilir.
İbranilerin MÖ yaklaşık 1600’lerde Kenan’dan Mısır’a göç ettikleri düşünülmektedir. Tevrat’ın Tekvin (yani Yaratılış) 37-50. bölümlerinde anlatılan Yusuf hikâyesi, bu göçün anlatısal çerçevesini oluşturur. Yusuf, babası Yakup’un en sevdiği oğludur ve bu durum kardeşleri arasında kıskançlık yaratır. Yakup, bir gün Yusuf’a renkli bir kaftan hediye edince kardeşlerinin kıskançlığını daha da artmıştır. Üstelik Yusuf’un gördüğü rüyalar, onun ileride kardeşlerinden üstün olacağını ima edince, kardeşleri ona daha da kin beslemeye başlarmış ve onu bir tüccar kervanına satarak babalarına, Yusuf’un vahşi bir hayvan tarafından öldüğünü söylemişlerdir. Mısır’a köle olarak getirilen Yusuf, zamanla firavunun rüyalarını yorumlayan bir bilge olarak yükselmiş ve Mısır yönetiminde önemli bir konuma gelmiştir.
Tekvin (Yaratılış) 41. bölümde, Yusuf’un firavunun rüyalarını Tanrı’nın ona verdiği bilgelikle yorumladığı anlatılır. Firavunun gördüğü rüyalardan biri, yedi besili ineğin yedi sıska inek tarafından yenmesidir. Yusuf, bunu Mısır’da yedi yıl sürecek bir bolluk dönemini, ardından da yedi yıl sürecek bir kıtlık dönemini haber veren bir işaret olarak yorumlar. Firavun, Yusuf’un öngörüsüne güvenerek onu tahıl stoklarını yönetmekle görevlendirir. Böylece Yusuf, kıtlık yılları başlamadan önce, büyük tahıl depoları kurar ve ülkeyi açlığa karşı hazırlar. Kıtlık sadece Mısır’ı değil, Kenan ve çevresindeki bölgeleri de etkileyince, Yusuf’un kardeşleri Mısır’a tahıl almaya gelir. Yusuf, kardeşlerini tanıyıp affeder ve ailesini Mısır’a yerleşmeye davet eder. Böylece Yakup ve ailesi, Nil Deltası’na göç ederek burada yaşamaya başlar.
Yusuf hikâyesi, sadece dramatik bir kardeş rekabeti anlatısı değil, aynı zamanda İbranilerin Mısır’a göçüne dair kolektif bir hafıza anlatısıdır. Mezopotamya ve Mısır’daki benzer anlatılar, bu hikâyenin erken dönem Yakın Doğu edebi geleneğinden etkilenmiş olabileceğini göstermektedir. Örneğin, Mezopotamya mitolojisindeki Atra-Hasis ve Enuma Eliş gibi metinlerde ihanet, esaret ve yükseliş temaları işlenmiştir. Eski Mısır’da ise Sinuhe Hikâyesi gibi sürgün ve iktidara yükseliş öyküleri bulunmaktadır. Claude Lévi-Strauss’un yapısalcı mit analizine göre, Yusuf’un öyküsü, “iyilik ve kötülüğün dengelenmesi” şeklinde işlenen bir efsane anlatım tarzıdır.
MÖ 18-16. yüzyıllar arasında, Mısır’ın kuzeyinde Sami kökenli bir halk olan Hiksoslar yönetimi ele geçirmiştir. Bazı tarihçiler, Yusuf ve İbranilerin Mısır’a göçünü, Hiksosların Mısır’daki varlığıyla ilişkilendirmiştir. Hiksoslar da Yakın Doğu’daki diğer göçebe topluluklarla benzer özellikler göstermekteydi. Ayrıca, Mısır’da kıtlık dönemlerine dair çeşitli kayıtlar bulunmaktadır. Örneğin, MÖ 3. binyıla tarihlenen “Djoser Kıtlık Yazıtı” ve “İpuwer Papirüsü“, Mısır’ın kıtlık ve toplumsal kargaşa dönemlerinden geçtiğini göstermektedir. Bu tür belgeler, Tevrat’taki kıtlık anlatısının tamamen efsane olmadığını, tarihsel olayların dinsel bir çerçevede yeniden yorumlanmış olabileceğini düşündürmektedir.
Yusuf’un ölümünden sonra, İbraniler Mısır’da yüzyıllar boyunca çoğalmış ve zamanla farklı bir toplumsal statüye sahip olmuştur. Tevrat’ta, Mısır’da yeni bir firavunun tahta geçtiği ve “Yusuf’u tanımadığı” anlatılır. Bu ifade, Mısır’da hanedan değişiklikleri yaşandığını ve İbranilerin statüsünün zamanla kötüleştiğini düşündürebilir. Mısır’daki kaynaklarda “Habiru” veya “Apiru” olarak adlandırılan göçebe grupların zorunlu işlerde çalıştırıldığı bilinmektedir. Daha önce bazı bilim insanlarının, bu terimin İbranilerle ilişkili olabileceğini öne sürdüğünü belirtmiştik. MÖ 1200’lerde, firavunların başkentlerini Nil Deltası’na taşıdığı ve Filistin’den gelen saldırılara karşı surlar inşa ettirdiği bilinmektedir. Bu projelerde, zorla çalıştırılan yabancı toplulukların yer aldığı, Mısır belgelerinde kayıtlıdır. Bu bilgiler, İbranilerin Mısır’da gerçekten zorla çalıştırılmış olabileceği ihtimalini desteklemektedir.
İbranilerin Mısır’daki varlığı, tarih ve mitolojinin iç içe geçtiği bir süreçtir; yerleşik hayata geçişleri ekonomik ve sosyal koşullarla şekillenirken, Mısır’a göçleri kıtlık gibi çevresel etkenlerle hızlanmıştır. Yusuf anlatısı, bu tarihsel geçişleri anlamlandıran, mitolojik bir çerçeve sunarken, Hiksoslar ve Hapiru kayıtları gibi tarihsel bulgular, anlatının temelinde gerçek olayların yatabileceğini düşündürmektedir. Bu süreç, yalnızca İbranilerin tarihini değil, tüm göçebe toplumların yerleşik medeniyetlerle etkileşimini ve dönüşümünü de aydınlatmaktadır.
Eski Ahit’te Musa İbranilerin en büyük peygamberi ve kurtarıcısı olarak anlatılır. Halkını Mısır’daki kölelikten kurtararak özgürlüğe kavuşturmuş, Sina Dağı’nda Tanrı’dan aldığı emirlerle İbranilerin dini kimliğini biçimlendirmiştir. Ancak Musa’nın tarihsel bir figür olup olmadığı akademik düzeyde tartışılmaya devam etmektedir.
Musa’nın kökenine dair bilgiler, büyük ölçüde dini anlatılara dayanmaktadır. Ona atfedilen en çarpıcı olaylardan biri, Midyan’da kayınpederi Yetro’nun sürülerini güderken Horev Dağı’nda (yani ‘Tanrı’nın Dağı’) yanan ama kül olmayan çalının içinden gelen Tanrı’nın sesini duymasıdır. Tanrı, Musa’ya seslenerek kendisini İbrahim’in, İshak’ın ve Yakup’un Tanrısı olarak tanıtır ve ona, Firavun’a giderek İsrailoğullarını serbest bırakmasını istemesi için emir verir. Musa, kendisinin bu görev için yetersiz olduğunu düşündüğünde Tanrı, ona destek olacağını söyler. Musa, “Onlara hangi Tanrı beni gönderdi diyeceğim?” diye sorar. Tanrı, varlığının sonsuz ve değişmez olduğunu vurgulayan şu ünlü cevabı verir: Ehyeh Asher Ehyeh (Yani ‘Ben Ben’im’)
Ancak Musa’nın inancının nasıl geliştiği konusu belirsizdir. O, zaten İbrahim’in Tanrısı’na inanıyor muydu, yoksa Midyanlılar gibi komşu topluluklardan etkilenerek mi monoteizme geçti? İbranilerin inancının, Kenan, Mısır ve Mezopotamya’daki dini geleneklerden etkilenmiş olması kuvvetle muhtemeldir.
Exodus, yani İbranilerin Mısır’dan çıkışı, tarih ve arkeoloji alanında en çok tartışılan olaylardan biridir. Eski Ahit’e göre, Musa, firavunu İbranileri serbest bırakmaya ikna etmeye çalışmış, firavun reddedince, Tanrı Mısır’ı on büyük bela ile cezalandırmıştır. Sonunda ya firavun İbranileri serbest bırakmış ya da İbraniler kaçmıştır. Ancak Mısır kaynaklarında böyle bir kitlesel göçe dair doğrudan bir kanıt bulunmamaktadır.
Eski Ahit’e göre, Musa’nın önderliğindeki İbraniler, firavunun ordusu tarafından kıstırılmış ancak Musa, Tanrı’nın gücüyle asasını uzatarak ‘Yam Suf’ adıyla anılan denizi -ki genellikle “Kızıldeniz” olarak çevrilmiştir- ikiye ayırmıştır. İbraniler kuru toprak üzerinden geçtikten sonra peşlerinden gelen firavunun ordusu sulara gömülmüştür. Bu anlatının tarihsel mi yoksa mitolojik mi olduğu tartışmalıdır. Bazı akademisyenlere göre İbranice Yam Suf, “Sazlık Denizi” anlamına gelir ve bu ifade, zamanla Kızıldeniz ile özdeşleşmeden önce, Nil Deltası ya da Akdeniz’e yakın bir bataklık alan için kullanılmış olabilir. Bu teoriye göre Musa ve İsrailoğulları büyük bir okyanustan değil, sığ bir su kütlesinden geçmiş olabilir. Bir başka teori ise Santorini yanardağının MÖ 1600’de patlaması sonucunda oluşan bir tsunaminin suyun çekilip sonra aniden geri gelmesine neden olabileceğidir. Ancak benzer motifler diğer antik mitolojilerde de görüldüğü için bunun İbrani kimliğini vurgulamak amacıyla şekillendirilmiş bir efsane olabileceği de ileri sürülmektedir.
İsrailli arkeolog İsrail Finkelstein ve Amerikalı arkeolog Neil Asher Silberman, “Kutsal Kitap Gün Yüzüne Çıkıyor: Arkeolojinin, Antik İsrail ve Kutsal Metinlerin Kökenine Yeni Bakışı” adlı eserlerinde, Mısır’dan Çıkış anlatısının tarihsel bir olaydan ziyade, MÖ 650-550 yılları arasında şekillenmiş bir anlatı olduğunu öne sürerler. Onlara göre, MÖ 640-630 yılları arasında Asurluların Kenan’dan çekilmesi ve yerlerini Mısırlıların almasıyla ortaya çıkan gerilim, yüzyıllar öncesine geri yansıtılarak bu anlatıyı oluşturmuştur.
Sonuç olarak, Musa’nın tarihsel bir figür olup olmadığı kesin değildir, ancak onunla ilgili anlatılar, tarihsel gerçeklerden esinlenmiş olabilir. İbranilerin Mısır’dan çıkışına dair doğrudan kanıt bulunmasa da Mısır’da çalıştırılan göçebe halklarla ilgili kayıtlar vardır. Exodus anlatısı, muhtemelen tarihsel olaylarla, mitolojik öğelerin birleşmesiyle oluşmuş, kolektif hafızada yeniden şekillendirilmiş bir efsanedir. Antik topluluklar, tarihlerini anlatırken mitleri ve gerçekleri bir araya getirip karıştırma eğiliminde olmuştur. Exodus da böyle bir tarihsel hafıza yaratma sürecinin bir ürünü olabilir.
İbranilerin Mısır’dan çıkışlarının ardından Sina Yarımadası’nda uzun süre dolaştıkları anlatılır. Bu süreçte, Musa’nın Tanrı ile doğrudan iletişime geçtiği ve On Emir’i aldığına inanılır. Sina Dağı, Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam için kutsal kabul edilen bir mekândır. Ancak, Musa’nın burada Tanrı’dan emirler alıp almadığı konusunda tarihsel ve bilimsel yaklaşımlar farklılık göstermektedir.
Eski Ahit’e göre, İbraniler Sina Dağı’na ulaştığında, dağın üstü dumanlarla kaplanmış ve Tanrı, Musa’ya seslenmiştir. Bu olay, antik metinlerde sıkça rastlanan teofani anlatılarından biri olarak kabul edilir. Teofani, bir tanrının insanlara görünür bir şekilde tezahür etmesi veya kendini göstermesi anlamına gelen bir terimdir. Benzer mitolojik anlatılar, Mezopotamya ve Kenan kültürlerinde de görülmektedir. Antik dünyada volkanlar ve dağlar, tanrıların mekânları olarak kabul edilirdi. Bu bağlamda, Sina Dağı’nın Tanrı’nın vahiy verdiği yer olarak anlatılması, İbranilerin inancını pekiştiren bir unsur olarak düşünülebilir. Aynı zamanda, Tanrı’nın İbranilere Kenan ülkesini vaat ettiği ve bu topraklardaki halkları önlerinden kovacaklarını söylediği ifade edilir. Bu anlatı, İbranilerin Filistin topraklarına yerleşmesini meşrulaştıran teolojik bir çerçeve olarak da yorumlanabilir.
On Emir’in kökeni de tarihsel olarak tartışmalıdır. Eski Ahit, Tanrı’nın Musa’ya taşa yontulmuş emirler verdiğini belirtir. Bu emirler, Tanrı’ya saygı göstermeyi, putperestliği reddetmeyi ve ahlaki kurallara uymayı öğütler. Ancak, bazı bilim insanları On Emir’in Musa’dan çok önce var olan Mezopotamya hukuk geleneklerinden etkilenmiş olabileceğini ileri sürmektedir. MÖ 18. yüzyılda yazılmış Hammurabi Kanunları, ahlaki ve hukuki kuralları belirleyen en eski metinlerden biridir. Hititler, Asurlular ve Babillilere ait diğer hukuk metinlerinde de benzer yasalar bulunur. Bu durum, On Emir’in tamamen özgün olup olmadığına dair soru işaretleri yaratmaktadır.
Diğer yandan, bazı araştırmacılar On Emir’in Musa döneminde yazılı hale gelmediğini, daha sonraki yüzyıllarda derlenmiş olabileceğini savunur. MÖ 7. yüzyılda Yahuda Krallığı’nda yazıya geçirilen Tevrat metinlerinin, On Emir’in bugünkü şeklini almasında önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. Özellikle Yahudiliğin tek tanrılı bir din olarak kesinleşmeye başladığı dönemlerde, bu tür yasaların kodlanması daha muhtemel görülmektedir.
Sina Dağı’nda yaşandığı iddia edilen bu olaylara dair doğrudan bir arkeolojik kanıt bulunmamaktadır. İbranilerin Sina Yarımadası’nda uzun süre yaşadığına dair büyük yerleşim kalıntıları keşfedilmemiştir. Ancak, Kenan bölgesinde MÖ 13. yüzyılda bazı küçük göçebe toplulukların varlığına işaret eden izler bulunmaktadır. Bu nedenle, bazı bilim insanları Exodus’un tamamen mitolojik değil, küçük ölçekli bir göç hareketine dayalı olabileceğini, gerçek olaylardan esinlenerek abartılmış olabileceğini öne sürmektedir.
Ancak mitler ve kutsal anlatılar, toplumların kimliklerini şekillendirmede önemli bir rol oynar; bu nedenle Sina Dağı anlatısı, sadece bir tarihsel olay değil, bir halkın kendini tanımlama sürecinin de bir parçası olarak görülebilir.
Zecharia Sitchin gibi komplo teorisyenleri Musa’nın Tanrı ile olan görüşmesinin aslında dünya dışı varlıklarla bir temas olduğunu öne sürerken, bazı araştırmacılar ise Musa’nın Mısır rahipleriyle bağlantısı olduğunu ve On Emir’in kökeninin Mısır’ın dini ve ahlaki öğretilerine dayandığını iddia etmektedir. Erich von Däniken, ise “Tanrıların Arabaları” adlı çalışmasında Sina Dağı’ndaki duman, ateş ve dağın sarsılmasını bir uzay gemisinin inişine benzeterek, eski insanların yanlış yorumladığı bir uzaylı inişi olabileceğini iddia etmiştir. Bu görüşler, Musa’nın hikayesinin geleneksel anlatımının ötesinde farklı yorumlara açık olduğunu göstermetedir.
Musa ve İsrailoğulları’nın hikâyesi, inanç, kimlik ve tarihsel gerçeklikler arasındaki karmaşık bir geçiş sürecini anlatmaktadır. Eski Ahit, Musa’nın Sina Dağı’nda Tanrı ile iletişim kurduğunu ve İsrailoğullarını tek tanrılı bir inanca yönlendirdiğini anlatır. Ancak, aynı anda halkın altın buzağıya tapması, monoteizmin henüz tam olarak benimsenmediğini göstermektedir.
Altın Buzağı olayı, İsrailoğulları’nın Musa’nın yokluğunda Harun’dan bir put yapmasını istemesiyle başlar. Harun, altın takıları eriterek bir buzağı yapar ve halk ona tapınır. Tanrı’nın öfkelenmesi üzerine Musa buzağıyı yok eder ve halk cezalandırılır.
Altın Buzağı’nın kökeni konusunda farklı teoriler vardır. Bir teori, Mısır tanrıçası Hathor’la bağlantılı olduğunu öne sürer. Hathor, inek formunda tasvir edilen bir tanrıçaydı ve tapınaklarında altın buzağı figürleri bulunuyordu. İsrailoğulları, Mısır’da uzun süre kaldıkları için bu kültürden etkilenmiş olabilir. Bir diğer görüşe göre, Altın Buzağı, Kenan tanrısı Baal ile ilişkilidir. Baal, boğa sembolüyle anılan bir bereket ve fırtına tanrısıydı. İsrailoğulları Kenan’a girerken Baal tapınmasından etkilenmiş olabilir. Son olarak, Altın Buzağı’nın Mısır’daki Apis boğası kültüyle bağlantılı olduğu da iddia edilir. Apis, kutsal bir boğa olarak firavun’un gücünü simgeliyordu ve İsrailoğulları bu kültü benimsemiş olabilir.
Musa, farklı kabileleri ve toplulukları bir araya getirerek İsrailoğulları kimliğini oluşturmuş, ancak bu grubun etnik kökenlerinin çeşitliliği göz önüne alındığında, kimliğin zamanla şekillendiği anlaşılmaktadır.
Kenan ülkesi, İsrailoğulları için sadece kutsal bir vaat değil, aynı zamanda ekonomik ve stratejik bir hedef olarak da önem taşımıştır. Mezopotamya ile Mısır arasındaki ticaret yolları üzerinde yer alan bu bölge, verimli toprakları ve şehirleşmiş toplumu ile göçebe halklar için cazip bir yerleşim alanı sunmuştur. Ancak Kenan boş bir toprak değildi; Kenanlılar tarım teknolojileri, erken dönemde geliştirdikleri alfabe sistemleri ve surlarla korunan şehirleriyle, dönemin güçlü uygarlıklarından biriydi.
İsrailoğulları’nın Kenan’ı ele geçirmesiyle ilgili anlatılar çelişkilidir. Yeşu Kitabı, ani ve sert bir fetihten bahsederken, Hakimler Kitabı, yavaş ve aşamalı bir yerleşim sürecine işaret eder. Arkeolojik bulgular, büyük bir askeri istiladan ziyade, Kenan’ın içinde zamanla gelişen veya buradaki halklarla kaynaşan bir grup olarak İsrailoğulları’nın ortaya çıkmış olabileceğini düşündürmektedir.
Musa’nın ölümünden sonra liderlik Yeşu’ya geçer ve İsrailoğulları Kenan’a yerleşir. Ancak Musa’nın mezarının belirsizliği, onun tarihsel bir figür olup olmadığı konusundaki tartışmaları da beraberinde getirir.