Önder Kaya ile ‘Yitip Giden İstanbul’ Üzerine Söyleşi
Tarihçi Önder Kaya ile yeni baskısı yapılan ‘Yitip Giden İstanbul’ ve İstanbul’un imar maceraları odaklı keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik
‘Yitip Giden İstanbul’ kitabınızın ikinci bölümünde yer alan ‘Son İki Asırda İstanbul ve İmar Meselelerine Genel Bir Bakış’ başlıklı makalenizde 19. Yüzyılda büyük ölçüde Suriçi’nde var olan tarihi kentin, 21. Yüzyılda Tekirdağ ve Kocaeli illeri ile adeta birleşerek devasa bir kent haline gelen İstanbul’un imar maceralarını anlatıyorsunuz. Aklımda kaldığı kadarıyla 1855’de şehreminiliğin kurulması, Galata bankerlerinden alınan borçlarla Pera’daki ilk imar faaliyetleri, kent merkezinde yer alan mezarlıkların istimlak ile ortadan kaldırılması, ilk apartmanların ortaya çıkması, yeni yollar açma veya var olanları genişletme yoluyla ulaşım ağının sürekli geliştirilmesi, Gavand’ın Tünel projesi, Prost’un imar planı, Menderes ve Dalan döneminin yoğun imar faaliyetlerini sebep ve sonuç içinde verilirken bilinçsizce ortadan kaldırılan tarihi eserleri de sıralıyorsunuz. İstanbul’da ilk yanlış kazma ne zaman, nereye vuruldu ve arkası nasıl geldi?
Esasen bu sorunun çok farklı boyutları var. Modern şehircilik dediğimiz kavramı Osmanlı ne kadar anladı sorusu var mesela. Sultan Abdülaziz’in Sirkeci hattını tesis ederken sahil kesiminde kalan ve Topkapı Sarayı ile bağlantılı pek çok yapıyı ortadan kaldırttığı malum. 2. Abdülhamid zamanında tasarlanan imar planlarında ise Sultanahmet ya da Bayezid külliyelerinin bazı kısımlarının yıkılması gündeme geliyor. Hatta gelmekle de kalmıyor planlar onaylanıyor lakin yıkım için gerekli para yok ortada. Zeynep Çelik’in bu devreyi anlattığı müthiş bir kitabı vardır. Tarih Vakfından çıktı. İsmi de “19. Yüzyılda Osmanlı Başkenti-Değişen İstanbul”. Hasılı kelam “ecdad korumuş bir yıkmışız” demek kolaycılıktan başak bir şey değil.
Milat noktası meselesi ise nedameli. Şu olayla ve bu tarihte diyemem. Sadece bazı isimler şehrin imarında önemli roller oynamış. Ancak bu imar faaliyetlerinde mimarlara mühendislere ne kadar danışılmış, ne kadar bilinçli hareket edilmiş ona bakmak lazım. Cemil Topuzlu, Lütfi Kırdar, Adnan Menderes, Bedrettin Dalan, Tayyip Erdoğan bu konuda öne çıkan isimler elbet. Biz bu işe ideolojik yaklaşmayı ve sulandırmayı seviyoruz. Yok şu zihniyet yıktı yok bu zihniyet mahvetti diye. Benim tezim şu. Hemen her devirde bilinçsiz imar faaliyetleri ve gereksiz yıkımlar olmuş ama bunun boyutu şehre bir misyon yüklendiğinde ya da şehir bir rant alanına çevrildiğinde daha da fazla olmuş. Menderes bir kopuş olarak görülebilir belki. Zira o vakte kadar hiçbir idarecinin elinde onun elinde olduğu gibi imkân ve yetki toplanmamıştı. İstanbul’u baştan aşağı değiştirmeye kalktı ve bunu iki üç yıla sığdırmaya çalıştı. Bir yanda Bebek öte yanda Florya, Menderes’in imarından nasibini aldı. Şehrin çeperleri genişledi. Suriçi ise büyük oranda imar adı altında yıkımlardan nasibini aldı. “Yok artık” ya da “bu kadarı da olmaz” dediğimiz şeyler “bal gibi” oldu. Bir yandan ana arterler oluşmuş, bazı yerlerdeki tozlu topraklı yollar yerini asfalta bırakmış. Bunlar tabii ki nimet ama bu yapılırken pek çok tarihi eser pek çok doğal güzellik te bilinçsizce yok edilmiş. Biz de ne hikmetse hizmetle rant el ele yürüyen kardeşler gibi telakki ediliyor. Pek çok gereksiz yıkım olmuş. Mesela Tek parti döneminde Saraçhane ile Unkapanı arasındaki Atatürk Bulvarı açılırken yolun metrelerce gerisinde kalan Revani Çelebi Camii arsasına tamahen yok edilmiş. Menderes de meşhur Karaköy mescidini aynı gerekçeyle ortadan kaldırmış. Biraz hesap kitapla rahatlıkla kurutulacak yapılardı bunlar.
2.Bizans İstanbul’u ya da o dönemki adıyla Konstantinopolis 5-7 ve 10-12. yüzyıllar arasında nüfusu ile “dünyanın en büyük şehri” olma unvanına iki defa sahip olmuştu. Osmanlı Konstantiniyye’si ise Osmanlı hükümetinin 1885 yılındaki resmî sayımına göre %56’sı Gayrimüslim olmak üzere 873.565 kişiydi ki devletin ikinci büyük şehri olan İzmir’in yaklaşık 5 katına denk düşmekteydi. Bununla birlikte özellikle 1877- 1878 Osmanlı-Rus Savaşı ve Balkan Savaşları sonrasında kente Balkanlar’dan çok sayıda Müslüman göçmenin geldiğini ve bunların önemli bir kısmının kente kalıcı olarak yerleştirildiğini biliyoruz. Cumhuriyet döneminde ise özellikle 1950’li yıllardan itibaren düzenli olarak Anadolu’dan göç alarak üstelik katlanarak büyüdüğünü görüyoruz. Aklıma arada sırada takılan bir sorudur: Özellikle Cumhuriyet döneminde artık başkent de olmayan İstanbul bu kadar dış göç almasaydı, Prost’un arkeolojik park planından öteye gidilmeseydi, bugün nasıl bir şehirde yaşardık? 6-7 Eylül olayları gerçekleşir miydi? Kent sınırları nerede kalırdı? Sosyal ve tarihi yapısı nasıl olurdu? Siz ne dersiniz?
Tarihçiler kurgu üzerinden gitmeyi pek sevmez. Ama diğer yandan kurgu her zaman merak uyandıran bir unsur. Bu soruya pek çok açıdan cevap verilebilir. Evvela Cumhuriyetin ilk yıllarında şehirde yoğun bir gayrimüslim nüfus var. Şimdilerde bu oran yüzde 0 bilmem kaç. Sanırım Cumhuriyetin ilk yıllarında yüzde 30-40 oranında filan. Yani ağırlıkları çok fazla ve bunlar kadim aileler. Yani İstanbulluluk dediğimiz bir olguyu bunlar yaşatıyor önemli oranda. Moda, Samatya, Pera, Pangaltı, Şişli, Hasköy, Arnavutköy büyük ölçüde gayrimüslimlerden müteşekkil. Buralarda var olan Müslüman nüfusta önemli oranda alafranga yaşayan frankofon tipler. E bir de İstanbul’un yerlisi Müslüman olan aileler var. Bunların çoğu sur içinde yaşıyor. Soğanağa, Süleymaniye, Saraçhane filan konaklar semti hep. Bu ailelerin çocukları arasından pek önemli şahıslar çıktı. Mesela Refik Halid Karay ve Halid Ziya Uşaklıgil Saraçhaneli’dir. Babalarının konakları çok yakındır birbirine. Vefa lisesine bir gidin mezunları yıldızlar geçididir. Başınız döner. O kadar çok bakan çıkartmışlar ki. Benim okulum Pertevniyal mesela Halit Kıvançlar, Metin Akpınarlar, Aydın Boysanlar, Doğan Hızlan’lar… Bir okulun hem de kısa bir sürede bu kadar çok kilit isim çıkartması cidden mucize gibi bir şey. Ama işte şehir de o zaman küçük. Okul sayısı az. Kabataş’ın Behçet Necatigil’i, Pertevniyal’in Nurullah Ataç’ı, Vefa’nın Reşat Ekrem Koçu’su var Düşünebiliyor musunuz? Behçet Necatigil aynı dönemde Hilmi Yavuz’u, Hasan Pulur’u, Hikmet Sami Türk’ü yetiştiriyor. Şimdilerde bu olacak iş değil. Yani diyeceğim sadece şehre göçün olmaması filan değil. Nüfus yoğunluğu ve bu yoğunluğun içinde şehre adapte olmuş insan sayısı faktörü de var. Turgut Kut hocamızın bir sözü var: ‘Dedesinin mezarını göstermeyen İstanbulluyum demesin’ der. Tabi bunu yıllar evvel söylemiş, şimdilerde sanırım bunu dedesinin babası olarak filan çevirmek lazım J
Bir de bana göre bizim ticaretle pek ilgi ve alakamız olmadığından bilinçli bir orta sınıf oluşmamış, kültürün de para edeceğini anlamamışız ve hala da anlamış değiliz. Belki çok spontone bir örnek olacak ama İstanbul’un neredeyse onda biri kadar nüfusa sahip olan Viyana kültürel bir marka olmayı başarırken İstanbul başaramamış. Sırf müze gezmek ya da konser dinlemek için günübirlik Viyana’ya giden ve on binlerce avroyu bu bağlamda elden çıkaran pek çok insan var. Hazır bu konu açılmışken bir örnek geliyor hemen aklıma. Merhum Burhan Arpad’ın Yok Edilen İstanbul adlı kitabından. 1950’lerde oteller zinciri sahibi Conrad Hilton İstanbul’a gelir. Yatırım yapmak ister. İstanbul şehir meclisi istediği mekânın kendisine tahsis edileceği bilgisini verir. Ve Hilton da malum olduğu üzere Prost’un park alanı olarak planladığı yere gelip otelini kondurur. Sonrasında Viyana’ya gider. Benzeri teklifi Viyana şehir meclisine yaptığında “belirlediğimiz yere otel inşa edebilirsiniz” cevabını alır. Conrad Hilton’un “Hilton bir markadır, yeri ben seçerim” demesi üzerine de “Viyana markasının yanında Hilton bir hiç, işinize gelirse” cevabını alır.
3. İstanbul neredeyse her dönem yöneticilerin prestijini yansıtan bir kent olmuş sanırım. Konstantin ‘Yeni Roma’ olarak Byzantium’u başkent yaptığında imparatorluğun dört bir yanından çeşitli sanat eserlerini (dikilitaş, heykeller vs.) buraya getirtmiş, Zeuxippos Hamamı, Forum ve Hipodrom’a yerleştirmişti. Bu dönemde sanat eserleri, sonrasında Ayasofya gibi devasa kiliseler ile sağlanan prestij sonrasında camiler, saraylar, Cumhuriyet döneminde ise devasa otoyollar, köprüler, havaalanları gibi mega inşa projeleri ile mi devam ettiriliyor. İstanbul artık başkent de değil ki neden bu derece göz önünde tutuluyor, ön plana çıkarılıyor, yeni göçler almasına yol açacak projeler ardı arkası kesilmeden planlanıyor? 2009-2011 arasında yayınlanan ‘3 Devirde İstanbul’ (Konstantin’in Kutsanmış Şehri, Fatih’in Müjdelenen Şehri ve Cumhuriyetin Vitrin Şehri) üçlemeniz bu konunun detaylı cevabını vermek için mi yazıldı?
Evet. Her üç dönemin panoramasını görebilmek için. Esasen kitaplara isim verirken de dikkatli olmaya çalıştım. Roma ve Osmanlı şehre bir kutsiyet atfediyor zira ideolojik açıdan kent bu iki imparatorluğun meşruiyet merkezi. Cumhuriyet kısmına “pazarlanan şehir” diyecektim ama haklı olarak yayıncım argo bularak müdahale etti, biz de “vitrin şehir” dedik J Ama yazık ki olan bu. Esasen yine ideolojik bir yaklaşım söz konusu. Cumhuriyetin ilk yıllarında malum, İstanbul muhalefetin odağıydı. Şehrin merkezinde 1 Kasım 1922’ye kadar saltanat, 3 Mart 1924’e kadar da hilafet var. Cumhuriyet ilan edildiğinde muhalif kadro İstanbul’da. Şevket Süreyya ve Mustafa Kemal Paşa muhalif zümreyi halifeye ve İstanbul’a olan yakınlığından dolayı suçlar. Adeta İstanbul bir sin city / bir günah şehri. Muhalefetin 1925’te bastırılmasından kısa bir süre sonra Gazi’nin İstanbul’a adım attığı malum. Atatürk enerjisini kendi yarattığı başkente vermeyi tercih ediyor. Bu süreçte İstanbul çok yatırım almıyor. Perişanlık içinde olsa da bir parça kendini dinliyor. Lütfi Kırdar’la başlayan bir hareketlenme var. Ama dediğim gibi hareketlenme. Menderes’le karşılaştırıldığında deve de kulak. Menderes ise İstanbul’u kendi politik gücünün somut yansıması olarak tasarlıyor. Ankara’da silinemez bir tek parti / CHP damgası var. Ama Ankara ne de olsa İstanbul’la kıyaslanamayacak bir marka. İstanbul Menderes’in gözünde işlenmeyi bekleyen bir cevher. 1956’dan sonra başlayan hızlı imar furyası şehrin altını üstüne getiriyor. Pek çok bulvar açılıyor, yeni yerleşim yerinin temeli atılıyor ancak bunlar üstün körü el yordamıyla, iki yılda İstanbul’u nasıl planlarsın? Mümkün değil. Bundan sonra liberal-sağ-muhafazakâr partilerin (bu kavramlar uzun uzadıya tartışılası olduğundan nasıl ifade edeceğimi tam bilemedim okurlarımız hoş görsün) zaman zaman gövde gösterilerine sahne oldu. 1970’lerdeki Lübnan iç savaşında Beyrut’un yaşadığı trajedi sonrası ANAP İstanbul’u Ortadoğu’nun yatırım merkezine dönüştürmeye kalktı mesela. Laleli’nin, Haliç’in, Tarlabaşı’nın başına bu devrede hiç hoş şeyler gelmedi. İstanbul’un sürekli bir hareket üssü olması eğitim, kültür, ekonomi alanındaki yatırımların buraya odaklanması haliyle nüfusu celbetti. Dünya üzerinde bilmem başka bir örneği var mı yüzyıl başındaki nüfusu şimdiki nüfusunun yirmide biri olsun. Yok böyle bir şey. İstanbul’a kızıyorlar, yahu şehrin ne suçu var? Çok bile dayandı garibim. Hala da İstanbul mega projelerin merkezi olarak lanse ediliyor. Bir taraf “bitti bitti, şehir bitti” derken bir taraf “ohooo bu ne ki alır alııııır” diyor. Aslında uzatmaları oynuyoruz diyeceğim ama korkarım uzatma bile olmayabilir bunlar. Of bu kadar pesimist olmak benim bile canımı sıkıyor J
4.Anladığım kadarıyla yangın ve depremler İstanbul’un yeniden planlanmasına büyük ölçüde yardım ederken, mezarlıkların istimlak edilmesi de yeni yapılaşma alanlarının yaratılmasını sağlamış. Yeni yollar açılırken veya binalar kondurulurken de başta Hristiyanların ki olmak üzere mezarlıklar, ayrıca türbe ve mescit gibi göze pek batmayan tarihi yapılara da kazma vurulmuş. Peki her seferinde asli sebep, Dalan’ın dediği gibi ‘İstanbulluların asli ihtiyaçları’ mı olmuş?
Valla gayrimüslimlere ait olan yapı ya da mezarlara pek acınmadığı aşikâr ama aynı yağmadan İslam yapıları da nasibini alıyor. Yani İslam mezarlıkları korunabilmiş değil. Karacaahmet mezarlığının bugüne kalan kısmı gerçek alanın onda biri diyenler var. Tunusbağı, Çiçekçi, Selimiye gibi semtler önemli oranda mezarlık sahası üzerine kurulu. İstanbulluların asli ihtiyacı meselesine gelince… Bunun politik bir söylem olduğunu belirtmeme gerek yok sanırım. İstanbul “hizmet etme aşkıyla yanıp tutuşan” siyasilerden çektiği kadar kimseden çekmedi. Aynı Bedrettin Dalan bir dönem Taşkışla’yı turistik tesis yapmaya ve İTÜ’yü buradan çıkartmaya kalkmıştı. Ha keza Park otel ve Gökkafes’in temelleri de onun zamanına kadar indirilebilir. Yakın bir dönemde de hatırlarsanız Kabataş, Kuleli gibi eğitim kurumlarının Boğaz’a nazır binalarından çıkarılması gündeme gelmişti. İhtimal buralar da turizm sektörüne açılacaktı. Bizde siyaset, popülizmi elzem kılıyor. Hal böyle olunca da kitapta da belirttiğim gibi “halka hizmet her zaman hakka hizmet” olmuyor. Zannediyorum İstanbul halkı öncelikle temel ihtiyaçlarının giderilmesini başarı olarak addediyor bunun günü birlik çözüm olup olmamasıyla çok ilgilenmiyor.
5.Sultanahmet semtinde yer alan, üzerinde tarihsel evlerin bulunduğu Soğuk Çeşme Sokağı eski İstanbul’dan kurtarabildiğimiz saklı güzelliklerden birisi, peki bu mucize nasıl oldu da gerçekleşebildi? Bilmediğimiz başka örnekler var mı ya da olabilir miydi?
Çelik Gülersoy’un ve onun idare ettiği Turing’in sayesinde. Ve dönemin
belediye başkanı Bedrettin Dalan’a rağmen başarılmış işler. Tabi daha o zamandan bir karalama kampanyası da başlatıldı. Bildiğiniz üzere Gülersoy İstanbul’a pek çok tesis de kazandırdı. Kazandırdığı tesislerdeki fiyatların pahalı olmasından yakınıldı. Ancak Emirgan, Çamlıca gibi yerlerdeki bu tesisleri keşke dönemin belediyesi kursa ve şehir halkını bunlardan yararlandırsaydı zamanında. Şimdilerde bu tesisler İstanbul halkının hizmetinde. Ucuz ve kaliteli zaman geçirip eğlenebileceğiniz mekanlar. Ama kimse bunları kazandıran Çelik Gülersoy’u tanımıyor. En azından anısı buralarda yaşatılmalı.
İstanbul’a katkı sunmanın başka yolları da var tabii. Çelik Bey’in elinde imkân vardı ve vizyon sahibi bir kişilikti. Ama kenarda kıyıda kalmış, İstanbul’un tarihi eserlerine doğal güzelliklerine sahip çıkan anısı yaşatılması gereken o kadar çok insan var ki. Örneğin İhtifalci Mehmet Ziya Bey. Bizans İstanbul’unu ilk araştıran kişilerden. Meşhur insanları ölüm yıl dönümlerinde mezarı başında andığı için İhtifalci dene gelmiş. Eyüp’teki mezarı harap haldeydi, nicedir gitmedim. Daha kötü durumda olanlar da var. Mesela Cemalettin Server Revnakoğlu. İstanbul’un tekkeleri ve tasavvuf tarihi üzerinde o kadar çok not almış ki. Girip çıkmadığı meclis yok. O da ihtifal yapmış sıklıkla. Gel gör ki mezarı bilinmiyor. Yani biz de mezarı başında bir ihtifal yapalım desek mümkün değil. Ondan geçtim yahu Reşat Ekrem Koçu’nun mezarı yok. Adam İstanbul’un tarihini yazmış, İstanbul Ansiklopedisi gibi bir hazine bırakmış geride. Mezarı güme gitmiş. Sahrayıcedit’e gömülmüş ama kodun ki bulasın. Yok!
6.İstanbul’u bekleyen en büyük tehlikenin ‘bilinçsizlik’ olduğunu iddia ediyorsunuz. ‘Rantı’ her şeyin üstüne koyan bir tavrı mı kastediyorsunuz yoksa daha geniş bir bilinç kavramına mı ihtiyacımız var?
Daha geniş bir bilinci kastediyorum ama tabii “eylemesi söylemesi” kadar kolay değil ne yazık ki. Her şeyin başı merak. İnsan olmanın getirilerinden biri zaten ilgi. Kişi evvela yaşadığı muhiti sonrasında semti ilçeyi mahalleyi tanıyacak ama sanırım biz aidiyet duygularımızı da yitirdik. Doğma büyüme Aksaraylıyım. Çocukluk arkadaşlarım ise ya şehrin ya da ülkenin dört bir yanına dağıldı. Onların yerini son 20 yılda başka insanlar aldı. Bu insanlar da nasıl ve neden bir aidiyet duygusu oluşsun ki. Çok zor. Bir de yeni yaratılan semtler, ilçeler var bunların aidiyetinden ne ola? Birkaç yıl evvel sürekli tıraş olduğum berber yerine yine yaşadığım muhitte başka bir berbere gitmek zorunda kaldım. İlk kez sandalyesine oturduğum adamla konuşurken “Ben Yenibahçe’de oturdum bir süre” gibi bir laf ettim. Adam tıraşı bıraktı “vay be demek sende bizim buranın çocuğusun, buralı olmayan Yenibahçe’yi bilmez de kullanmaz da” dedi. Ben de “vaaay sen de bizim muhittensin demek” diye mukabele ettim. Aksaray diye geçip gittiğiniz yerde Taşkasap, Yenibahçe, Horhor, Sarıgüzel, Sinekli bakkal gibi semtler vardır. Bunların hepsine Aksaray deniyor ki esasen bu saydığım yerlerin bir kısmının gerçek Aksaray’la alakası yok. Zaten İstanbul deyince öyle çok uzağa gitmemek lazım. Suriçi Üsküdar, Eyüp, bunlara Kadıköy, Beşiktaş, Bakırköy de ilave edilebilir. Yani yaşayan insanlardan böyle bir ilgi alaka gelmesi çok zor. Sanki yine yerel yönetimler eliyle bir şey yapılabilirse yapılabilir gibi geliyor bana ama işte durum ortada. Açıkçası bunu söylemek acı verse de bilinç konusunda çok büyük bir umudum yok. Umarım bu benim pesimist kişiliğimden kaynaklanan bir durumdur.
7.İstanbul’un uydu haritasına baktığımızda Avrupa ve Asya yakalarında Yenikapı ve Maltepe’de birkaç yıl öncesindeki coğrafya atlaslarında var olmayan devasa dolgu alanlarını görüp artık doğal karşılıyoruz. Yazınızda 1983 yılında başlayıp, 2001 yılında sona eren Gökkafes’in öyküsüne de değinmişsiniz ancak İstanbul’un siluetine, parsel bazında yapılan imar değişiklikleri ile hançer gibi saplanan tek örnek o değil sanırım. Şehrin, 16. Yüzyıldan beri görmeye alıştığımız meşhur Süleymaniyeli siluetini Zeytinburnu’na dikilen tek bir gökdelenle bile kaybedebiliyoruz. Şehrin siluetine mimari estetik dışında bir önem atfetmeli miyiz?
Silüetin kirlenmesi rantın boyutlarını göstermesi açısından da rahatsız edici esasen. Kasımpaşa çocukluğumuzda beri tersane semti olarak bilinir. Semtin çeşmeleri, camileri, okulları hep kaptanpaşaların elinden çıkmadır. Oysa şimdilerde tarihi tersane kaldırılıyor. Bir yazı okumuştum. “Siz Venedik ya da Londra’nın arsenaline elinizi kolunuzu sallayarak giremez keyfe keder iş yapamazsınız zira bu mekanlar bir toplumun tarihini belleğinde saklar” tarzında bir şeyler yazıyordu. Bu tarz hamleler “bu şehirde olmaz diye bir şey yok, olmaz OLMAZ” duygusunu tetikliyor. Pek çok girişimci şehirden bir parça tırtıklama derdinde. Bence asıl korkutucu olan bu.
8.‘Eski İstanbul’un Alameti Farikalarından Sokak Köpekleri’ başlıklı yazınızda Osmanlı İstanbul’unda halkın sokak köpeklerini beslediğini dahası kentin doğal bir parçası olarak görüp benimsediğini hatta Batılı gezginleri bu tavra şaşırdığını örnekleriyle anlatmışsınız. 19. Yüzyıl sonlarında 60-80 bin olan sokak köpeği sayısı da Büyükşehir Belediyesi Veteriner Hizmetleri rakamlarına göre 130 bini bulmuş durumda. Sizce büyüyüp gelişen kent ve değişen İstanbullu profiliyle birlikte, sokak hayvanlarıyla ilişkimiz de değişti mi?
Açıkçası verdiğiniz rakama şaşırdım zira şimdilerde sokak köpeklerine pek tesadüf edilmiyor gibi geliyor bana. Ama tabii bir de şu var. Eskilerin verdiği rakamlar ne kadar muteber ve daha da önemlisi eskinin İstanbul’u ile şimdinin İstanbul’unun sınırları arasında dağlar kadar fark var. Eski zamanlarda mahallenin köpeği diye bir tabir vardı. Şimdilerde mahalle mi kaldı ki köpek kalsın. Hayvancıklar da haklı herhalde gözlerden ırak yerlerde yaşamayı tercih ediyorlar. Zira modern şehir çok acımasız. Zaman zaman insana bile acınmıyor kaldı ki köpekler. Bazen kapı önlerine yem ya da yiyecek koyan insanlara tesadüf ediyoruz. Belediyeler köpekleri belirli merkezlerde topluyorlar. Ancak bazı yerlerde bu merkezlerle ilgili skandal görüntülere de tesadüf ediyoruz. Bilemiyorum, yine merhamet edenler var. Ama kuyruğunu yakan, kulağını kesen, zevk için öldüren insanlar da var. Eskiden de vardı ve korkarım olmaya da devam edecek insanlıktan nasibini almamış böylesi tipler.
9.Azeb Kapısı ile Unkapanı arasına inşa edilen ahşap Galata Köprüsü 1845’de açıldığında parası Galata bankerlerinden toplandığından ödenmesi için geçiş paralı hale getirilmişti ki borcu defalarca ödenmesine rağmen ancak Cumhuriyet döneminde 1930’da Atatürk döneminde ücretsiz olarak halka açılmıştı. 1973’te Demirel, Boğaz Köprüsü’nü açarken ‘tahta köprü devirlerini geride bıraktık’ diyordu ancak başka köprüler de yapıldı ve köprü kullanımı için sonsuza dek para toplama adeti iyice yerleşti. 1930’lardan bugüne köprülerin altından çok mu su aktı, sosyal devlet anlayışından geri dönemeyecek denli uzaklaştık mı acaba? Devletçi ekonomiden piyasa ekonomisine geçerken 3. Soruda bahsettiğimiz vitrini yeniden düzenlemek gerekti mi?
Valla bu biraz kapitalizm ve tüketme kültürüyle alakalı bir durum sanırım. Hala da demiryolu, denizyolu gibi işletmeler sosyalizmi çağrıştırdığı, demode olduğu gerekçesiyle ama aslında kârlı işletmeler olmadığı için arka plana itiliyor. Otoban daha kârlı, güzergahı belirlediniz mi yeni imar ve rant alanları açılıyor. Düşünsenize yetmişlere kadar Mecidiyeköy meşhur tabirle “heeeep dutluktu”. İnsanlar likör içip dut yemeye belli mevsimde buraya gelirdi. Ne zamanki Boğaz köprüsü açıldı Mecidiyeköy değere bindi. Ya Maslak, 60lı 70li yıllarda Belgrat ormanlarından gelen kurtların buradaki mandıralara saldırması ve hayvanları parçalaması haber olurdu. Ne zamanki Fatih Sultan Mehmet Köprüsü gündeme geldi Maslak’ın kaderi değişti. 3. Köprü, İstanbul havalimanı bunlar mega projeler. Gerekli mi gereksiz mi ayrı konu. Eskiden de tartışılırdı ilerde de tartışılacak. Ama tartışma götürmeyen bir yan varsa şehir de kalıcı ve olumsuz etkiler bırakacak.
10.Çocukluğumdan hayal meyal de olsa Suriçi’nde at ve eşeklerle çöp toplamayı meslek edinen kişiler olduğunu hatırlıyorum ama bunların çoğunun İranlı olduğunu ‘İstanbul Nakliyatının vazgeçilmezi: Eşekler’ yazınızdan öğrendim. Yıllar boyu Tarih dergisinde okumuştum sanırım zamanında aydınlarımız arasında o dönem uygarlığın başkenti olarak görülen ‘Paris’te eşek var mı?’ tartışmasının yaşandığını, kimilerinin İstanbul’un eşekleri yüzünden Batı şehirleri gibi gelişemediğini iddia ettiği aklımda kalmış. İstanbul’un emektar eşeklerinin sonu ne zaman, neden ve nasıl geldi?
Esasen Osmanlının son döneminden beri bunun muhabbeti yapılır durur. Tıpkı sokak köpekleri misali. Zira eşekler dışkılarıyla, kokularıyla ve görüntüleriyle şehri kirleten bir unsur olarak görülüyorlar. Ama bir yandan da ihtiyaç var. Şehirde yeteri kadar modern temizlik aracı yok. Dahası sokaklar dar. Arabayla filan giremezsiniz, yol yok ya da çamur her yer. E ne yapacaksın. Mecbur bu düşünce habire erteleniyor. Mesela İttihatçılar zamanında Cemil Topuzlu Paşa ne kadar eşek varsa toplatıp Zeyrek’teki Atpazarı’nda bunları sattırıp şehir dışına çıkarıyor. Ama belli ki mesele bununla kapanmıyor. Dediğim gibi zaruret var. Anlaşılan o ki tekrardan şehirde eşek kullanımı yaygınlaşıyor. 1937de ise kesin ve nihai olarak bu dört ayaklı tenzifat (temizlik) memurlarının işine son veriliyor.
11.Yitip giden İstanbul’un sadece tarihi yerleri değil sanırım özellikle lezzet alanında sembolik bazı mekanları da tarihe kavuşuyor ki bunlara da değinmişsiniz. Mısır Çarşısı’ndaki Pandeli lokantası, Serkildoryan’ın İnci profiterolü yakın zamanda gündeme gelen Beşiktaş’ın kaymakçı ‘Pando Amca’sı ve daha niceleri geldi geçti. Bu durumu ‘gelişim’ mi yoksa ‘değişim’ olarak açıklamak daha doğru olur? Neden pek çok ülkedeki benzerleri gibi sözgelimi ‘Pandeli ve Oğulları’ adıyla devam edemediler?
Yemek işi biraz farklı. Sadece baba oğul olmak yetmiyor. Kutsal Ruh da olacak J Yani babanın eli ve ilgisi evlada geçmiş olmalı. Mesela Pandeli neredeyse meslekten elini eteğini çekene kadar pişireceği sebzeyi kendi gidip seçiyor. Mutfakta direksiyon hep onda. Adam da yetiştiriyor, zaten müessese onların yardımıyla devam ediyor bir süre. Mesela Moda’da Koço meyhanesi var. Orası da öyle. Meyhaneyi kuran Koço ölümünden evvel yetiştirdiği garsonlara emanet ediyor müessesesini. Ama işte öz evlat aynı kıvamı tutturamıyor bazen. İşin başında durmakla kifayet ediyor. Bir de çeşitlik çok artık. Hacı Abdullah eskiden tek tabancaydı. Menderes, Celal Bayar, Fahrettin Kerim hem Pandeli’nin hem Hacı Abdullah’ın müdavimi olan siyasi figürler. Ama dedim ya mekân çok. Ayrıca kaliteli malzeme bulmakta güç. Hacı Abdullah mesela bir dönem kendi tarlasında yetiştirirmiş sebzesini, sanırım Emirgan’da bunun için bir arazisi varmış. Şimdi nerde? İlaveten halkın devam ettiği yerlere devam etme geleneği de bitti. Eskiden 700 binlik şehir. Hani ya belki abartı olacak ama Pandeli’ye devam eden herkes birbirini tanıyor, Pandeli müşterisini tanıyor. Müdavim olan kişi Menderes’le karşılıklı yemek yiyor. Kitapta da belirttim. Müşterisi pilav istiyor “yoook pilav sana gelmez, zeytinyağlı yiyeceksin” diyor, şimdi şehir gayya kuyusu. Yani pek çok sebep var.
Ha bir de mesela idareci zümresiyle de ilgili. Fahreddin Kerim’i örnek alalım. Adam sahaf dostu, profesör, okuryazar. Divan edebiyatı profesörü Ali Nihat Tarlan kıtlık zamanlarında İstanbul valisi Fahreddin Kerim’e nefis bir şiir gönderip kahve istiyor, şiirin ve yazarın değerini takdim eden Fahrettin Kerim isteği ikiletmiyor. Aynı şekilde Pandeli’nin Balıkpazarı’ndaki dükkânı 6-7 Eylül olaylarında yağmalanıyor. Be sebeple Pandeli küsüyor, işi bırakıyor. Fahreddin Kerim’inden Adnan Menderes’ine bir sürü insan araya giriyor. Mısır çarşısı restore edilmiş o sıralar. Güzel bir dükkân veriliyor. Rica minnet Pandeli işe döndürülüyor. Adam marka olmuş ve Fahreddin Kerim bunu biliyor. Pandeli işi bırakırsa İstanbul kaybeder. Şehir biraz da aç. Yani Pandeli gibi adam yok. Yabancı bir misafirin geldi, geleneksel Türk yemeği istiyor, nereye götüreceksin? Biz ihtiyar Pando’yu ömrünün son demlerinde Beşiktaş çarşısında 10 metrekare dükkânda idare edemedik. Ayıp, dükkânı kapadıktan kısa bir süre sonra zaten öldü gitti adamcağız. Yani şehir de, insan da, zihniyette değişiyor.
12.“Eyyubi Devleti Hükümdarlarından I. El-Eşref Muzaffereddin Musa Döneminin Siyasi Tarihi (1200-1237)” yüksek lisans tezinizin konusuymuş ki 2007’de yayınlanan ‘Anadolu’da Eyyubiler’ kitabınızın temelini oluşturuyor sanırım. Kitapçılarda Selahaddin Eyyubi’nin hayatını, Kudüs’ün Yeniden Fethi’ni ve Haçlılarla mücadelesini anlatan bir düzineden fazla kitap çalışmasına karşın Selahaddin’den sonrası pek bilinmiyor veya pek ilgi görmüyor sanırım. Yassıçemen Savaşı’nda Selçuklularla ittifak yapmasına rağmen Eşref Musa’nın hükmettiği topraklar için Artuklular ve Selçuklularla mücadele ediyor. Haçlılar, Bizans hatta Moğollar ile olan savaşları anlamak kolay da tümü İslam olan bu devletler o dönem birbiriyle neden savaşıyorlar?
Halk arasında İslam kardeşliği, Türk kardeşliği gibi kavramlar var. Ama bunların politik hayatta pek karşılığı yok. Eurovisionda sürekli 12 puan verdiğimiz kardeş ülke Azerbaycan’la ilişkilerimiz hatırlanacak olursa Türkiye ile Ermenistan arasında başlayan yakınlaşma sürecinin etkisiyle bir ara tarumar olmuştu. Türk kardeşliği söylemine de en güzel örnek Şah İsmail Yavuz çatışması olsa gerek. Ortaçağda durum niye farklı olsun ki? Pek bilinmez ama 3. Haçlı seferi sırasında Anadolu Selçuklu devleti ile Eyyubilerin arası açıktır. Nitekim 2. Kılıçarslan Alman imparatoru Friedrich Barbarossa’nın Anadolu’dan sorunsuz geçip gitmesine izin verir. Adam Anadolu’yu geçip Eyyubi topraklarına girecek ve Selahaddin Eyyubi’yle çarpışacak. E hani İslam kardeşliği? Bunun üzerine Selahaddin de Bizans’la yakınlaşma sürecine girer. Bizans da Anadolu Selçuklularıyla savaş halinde.
Tezimin konusu olan Melik Eşref aynı zamanda Ahlat ve civarına da hâkim bir Eyyubi meliki. Celaleddin Harezmşah’ın Moğolların önünden kaçarak Anadolu’ya gelmesi üzerine bu hükümdarla ortak hareket etmek ve Moğolları karşılamak yerine Anadolu Selçukluları ile birleşerek Yassıçemen’de onun karşısına çıkmayı tercih etmiş, haa dediklerim yanlış anlaşılmasın. Celaleddin de esasen pek fazla şans bırakmıyor karşı tarafa. Adamlarının ihtiyaçlarını karşılamak için Ahlat ve çevresini yağmalayarak savaşa ortam hazırlıyor. Yassıçemen’den sonra Moğollar Celaleddin’i ortadan kaldıracaklardır. Peki Anadolu Selçukluları ve Eyyubiler ders alıyor mu? Ne gezer? Keykubad Ahlat’ı Melik Eşref’ten alınca Eyyubiler Anadolu’ya giriyor. Yahu Moğol var kapıda… Ama kimin umuru. Hasılı politik hırslar ve gerçekliklerle resmi tarih ya da popüler söylem çok zaman bağdaşmaz. Okumak lazım.
13.’İmparatorluktan Cumhuriyete Azınlıklar’ (2017) ve ‘Tanzimat’tan Lozan’a Azınlıklar’ (2004) adlı çalışmalarınızda Rum, Ermeni ve Yahudi toplumlarının Osmanlı devleti içindeki konumlarını irdeliyorsunuz. Osmanlı İmparatorluğu’nun klasik döneminde, Tanzimat sonrasında ve Cumhuriyet ile uluslaşma sürecinde devletin farklı din ve etnisiteye sahip bu toplumlara bakış açısı değişmiş olmalı. Peki bahsi geçen dönemlerde, azınlıkların devlete ve ona hükmeden çoğunluğa bakış açısında da benzer değişimler yaşandı mı?
Osmanlı’da İslamiyetten kaynaklanan zımmilik merkezli bir azınlık politikası var. Yani azınlık dediğimiz insanlar bu anlayışa göre son peygamberi ve Onun ilahi vahyini inkâr eden insanlar. Şu halde bir lütuf eseri olarak yaşamalı ve cizyelerini vermeli, bunun sonucunda yine bir lütuf eseri olarak hukuklarını, eğitimlerini, işlerini güçlerini devam ettirebilmeliler. Bir ulus devlet olan Cumhuriyet ise bu topluluklara belli dönemlerde 5. Kol ya da içimizdeki İrlandalılar olarak yaklaştı. Dış ilişkilerde yaşanan gerilimlerden bu unsurlar fazlasıyla nasiplerini aldılar. Alman ordusunun Trakya sınırımıza yaklaştığı sırada gündeme gelen Varlık Vergisi ya da Türkiye ve Yunanistan arasındaki Kıbrıs sorunundan dolayı yaşanan 6-7 Eylül olayları bu durumun tezahürüdür.
Osmanlıların son zamanlarında siyasi iktidarlarının zaafa uğramasına paralel olarak yabancı devletler azınlık unsurları kullanmak suretiyle Doğu sorunu kapsamındaki amaçlarını hayata geçirmek istediler. Azınlıkların bu sorunun bir parçası olup olmama konusunda kolektif bir tutumu yok. Zaten olmaz da. Düşünsenize bir toplumun her konuda mutabık olması diye bir şey olabilir mi? Yani hükümete karşı bir tutum takınanla takınmayan kopan olası bir fırtınada aynı şekilde okka altına gitme durumunda olabiliyor. Ermeni tehciri, Nüfus mübadelesi bu durumun en bilinen örnekleri. Osmanlı döneminde Balkan savaşları sırasında İstanbul’a göç etmek zorunda kalan muhacirlerin faturası da azınlıklara kesilmiş. Günümüzde de İsrail’in Filistin politikalarının faturasının zaman zaman belli çevrelerce Yahudi cemaatine kesilmeye çalışılmasını hatırlatıyor bu durum ister istemez.
Bu bakış açılarındaki gelgitler azınlıklara da yansıyor haliyle. Ama dediğim gibi genelleştirme yapmak doğru da değil mümkün de değil. Kimi hiç konuşmamayı tercih ediyor, küçük bir kesim yaşananlara sert eleştiriler yapıyor. İsmini değiştiren insanlar da tanıdım. Şimdi rahmetli oldu bir ahbabım vardı. Bir gün dükkâna davet etti. Ama dedi dükkânı ararken adımı söyleme. Beni (bana söylediği isim bu değil, misal olsun diye söylüyorum) Mehmet diye bilirler diye ilave etti. Çok üzüldüm. Ahbabımın yaptığına değil, onda bu hissiyata sebep olan duruma üzüldüm. Yine askerde kısa dönem bir Ermeni arkadaşımız vardı. Adının Ermenice olduğunu anlayamamış askerler ilk zamanlar. Sonrasında bir lise mezunu çavuş geldi. Biz kısa dönem çavuş arkadaşlara yanaşarak “Falanca Ermeniymiş niye söylemediniz” dedi. “Söylesek ne olacaktı?” dedim. “Ayağını denk alsın gecelerin şahidi olmaz” gibi saçma sapan bir laf etti. Oysa bahsi geçen arkadaş kendi halinde, haza beyefendi, kimseyi rahatsız etmez, kibar bir insan. Askeri mahkemede görev yapıyordum o sıralar. Bunu diyen kişiye “eğer o arkadaşa bir şey olsun hesabını senden sorarım” dedim. Yani şimdi böyle de bir durum var.
14.’Avrupa Tarihi Roma İmparatorluğu’ndan Hitler’in Almanyası’na’ (2011) adlı çalışmanızda ise 23 kısa makalede Roma-Kartaca mücadelesinden, Haçlı Seferlerine, Hasburglardan, Venedik tarihine, Barbaros ve Andrea Doria’nın denizdeki mücadelesinden, Abdülhamit, II. Freiderich ve Hitler’e dek Avrupa tarihinden ilginç konuları işliyorsunuz. Bunlardan ‘Avrupa Mizahı ve Osmanlılar’ konusu özellikle dikkatimi çekti. Muhtemelen sansür ve savaş yüzünden o dönem Avrupa’ya giden aydınlarımız dışında Osmanlı toplumu bu karikatürleri göremedi. 19. Yüzyılın ilk yarısı ve 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde Batı gazete ve dergilerinde Osmanlı Türkleri genellikle neredeyse Batı uygarlığını temsil eden her şeyin karşısında tasvir ediliyor. Yanılıyorsam düzeltin döneminde göre iyi veya eşit gösterildiğimiz nadir karelerde ise kötü olan bu sefer diğer Balkan ülkeleri, Rusya hatta Almanya olabiliyor ki onlar da zaman zaman Doğu’ya ait gösteriliyorlar. Abdülhamid döneminde yaşananlar ile Büyük Savaş’ta Almanya’nın yanında olduğumuz için aldığımız tepkiler ise daha sert olduğundan ayrı bir kategoriye sokulmalı belki de. Siz o dönemin siyasi karikatürleri için ne dersiniz?
Karikatür kitleleri harekete geçiren en büyük silahlardan biri. Bazen yazısız da olur bu karikatürler ancak bakan verilen mesajı anlar. Tıpkı Ortodoks kiliselerindeki ikonalar gibi. Genelde bu karikatürler gazetelerde çıkıyor yani halkın en kolay ulaşabileceği yayınlarda. Hal böyle olunca bir kamuoyu yaratma konusunda eşsiz bir materyal. I. Dünya savaşında bu karikatür çizimleri kartpostallara da yansıyor. Mesela I. Dünya savaşı kartpostalları arasında çocuk serisi vardır. Çocukların masumiyetinden yararlanılarak savaşın yıkıcılığı unutturulmaya çalışılıyor. Ya da karikatür şeklinde propaganda kartları vardır ki Çanakkale Savaşları vesilesiyle sıklıkla kullanılmış. Pek çok ANZAC askeri Osmanlı Devleti’nin yerini harita üzerinde gösteremeyecek durumdayken bu afişlerin etkisiyle orduya yazılıyor. Karikatürist milletinin başı beladan kurtulmuyor hiçbir zaman. İlk büyük karikatüristimiz Teodor Kasap Efendi mesela. Hayatı türlü badirelerle dolu. Ya da Türk edebiyatının en güzide kalemlerinden biri olan Refik Halid Karay’ın Kurtuluş Savaşı sırasında tercih ettiği mizah anlayışı 150’likler arasına girmesine uzun süre menfada yaşamasına yol açarken tam tersine Sedat Simavi açısından bu dönemde yaptığı doğru seçim saygın bir mevkiyi beraberinde getiriyor.
Bir de halkımızın karikatüre bakışı biraz sorunlu. Karikatür deyince insanların aklına güldüren bir çalışma geliyor. Oysa iyi bir karikatür güldürmekten çok düşündürmeli. 2. Abdülhamid dönemi karikatürlerini konu alan bir kitabın Twitter’daki tanıtımının altına yazılanları görünce yüzüm kızardı. Kitabın yazarı çok ama çok kıymetli bir iş yaparak dünyanın farklı yerlerinden 2. Abdülhamid’i konu alan pek çok karikatürü toplamış. Bazıları hakaretamiz kareler ama sonuçta bunlar kıymetli belgeler. Zira o toplumların Osmanlı devletini ve onun sultanını nasıl gördüklerini gösteriyor ya da nasıl görülmesini istediklerini. Başınızı devekuşu gibi toprağa gömerek bunları görmezden gelerek hiçbir şeyi değiştirmezsiniz. Görmeli, bilmeli, tahlil etmeli ve anlamaya çalışmalısınız Bir karikatüre bakmak, onu anlamaya çalışmak illa her seferinde karikatüre destek vermek anlamına gelmez ki.
15. Okulda Osmanlı tarihini Osmanlı Sultanlarının hayat hikayeleri ve kazandığı/kaybettiği savaşlar üzerinden öğrendik elbette Osmanlı Dünyası padişahlardan ibaret değildi. ‘Osmanlı Dünyası Mekanlar ve Portreler’ (2017) adlı kitabınızda özellikle kimler ve hangi mekanlar üzerinde durdunuz?
Aslında kafamda bir gezi kitabı vardı. Zira gezmeyi çok seviyorum. Biyografiler hakkında kalem oynatmayı da seviyorum. Bu iki ilgi alanımı harmanlayan bir çalışma olsun istedim. Kitaba Söğüt’le başlamıştım. Söğüt beni çok etkilemişti. Kasaba ilçe arası yeşilliklerle süslü güzel bir mekân. Günübirlik gezilebiliyor. İznik de öyle. Çandarlıların yarattığı bir şehir. Osmanlı dönemine dair ne varsa hemen hepsi bu vezir ailesinden kalma. Kitapta Edirne’ye yaptığım geziden yola çıkarak Sarucapaşa Camii haziresinde kelleleri gömülü olan ve kaderleri birbiriyle bağlantılı iki Osmanlı vezirinin hikayesini anlattım. Safranbolu gezisi Cinci Hoca yazısını beraberinde getirdi. İstanbul’daki mekanlar da kitaba konu oldu. Rüstem Paşa, Öküz Mehmet Paşa, Paşalar Şehri İstanbul Osmanlı devlet adamlarının şehre yaptığı katkıları anlatan yazılar. Öküz Mehmet Paşa’nın Karagümrük’teki camisinde bir yerde Ö. Mehmet Paşa bir yerde Öksüz Mehmet Paşa yazdığını biliyor musunuz? Yiğit namıyla anılır. Bu neyin koruması, anlamak zor.
16.Özel bir lisede Tarih öğretmenliği yapıyorsunuz. Kitapların yerini dijital cihazların aldığı, gençlerin okumak yerine youtube videoları seyretmeyi tercih ettiği bir dönemde tarih öğretmek teknoloji ile nasıl bir iş birliği veya mücadeleyi gerektiriyor?
Açıkçası zor. Yeni nesil her şeyi hızlı tüketiyor. Şöyle bir anlayış var gözlemlediğim kadarıyla. Neyi ne kadar bildiğin değil her şey hakkında (velev ki temelsizde olsa) bir şeyler söyleyip söyleyemediğinle ilgileniyorlar. Bu sanki dünyada da büyük oranda böyle. Ama aklı başında ve ne dediğini bilen insanlarla karşılaştıklarında oturup dinliyorlar da. Fakat iş okumaya, öğrenmeye yani emeğe geldi mi pek istekli değiller. Mesela sahafların durumu bu konuda ipucu verebilir. Ben ve siz üç aşağı beş yukarı aynı jenarasyona mensubuz. Bir kitabı elde edebilmek için çalmadık kapı bırakmadığım çoktur. Sahafları ne zaman gezsem gözüm genç insanlar arıyor. Hiç yok demeyeyim tabi ama olması gerekenden çok ama çok düşük.
Teknoloji de bana göre bilgiyi zaman zaman basitleştirmek iddiasıyla yozlaştırıyor. On dakikada felsefe, beş soruda İstanbul, Osmanlı padişahlarının bilinmeyenlerine, Ayasofya’nın menkıbelerine indirgediniz mi olayı maalesef bilinçli bir kitle yetiştirmeniz çok zor. Ama evet videolardan zaman zaman ben de yararlanıyorum. Beş on dakikalık kesitler gösteriyorum. Ehil bir eğitmenin gözetiminde olduktan sonra sorun yok J Yeri gelmişken şunu da belirteyim. Ben öğrenci kitlesi açısından çok şanslıyım. İstanbul’un iki güzide ve köklü okulunda öğretmenlik yaptım. Ama yorum yaparken doğal olarak geneli baz almak lazım.
17. Teşekkür ederim! Ayrıca eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Ben teşekkür ederim. Açıkçası bu kadar kapsamlı ve içeriği zengin sorular beklemiyordum. Emeklerinize sağlık.
Önder Kaya Kimdir?
13. 12. 1974’de İstanbul’da doğdum. Ortaokul yıllarında 4 yıl oturduğum Eyüp ve askerlik vazifesi boyunca 8 ay kadar bulunduğu Erzurum’daki yaşamımı saymazsak doğma büyüme Aksaraylı sayılırım. İlkokulu Aksaray İskenderpaşa ilkokulunda ortaokulu Oruçgazi’de ve liseyi de Pertevniyal’de okudum. 1993’de girdiğim Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih bölümünden 1997’de mezun oldum. Aynı yıl içinde üniversitemin Türkiyat Araştırmaları bölümünde Eyyubiler üzerine başladığım tezimi 2000’de tamamladım. 1999’dan beri özel okullarda Tarih öğretmenliği yapmaktayım.
Yazı hayatına 2003’de Murat Bardakçı ile Hürriyet Tarih dergisinde başladım. Sonraki yıllarda Toplumsal Tarih, Müteferrika, Atlas Tarih, Gezgin, Kültür, Paros, Habertürk Tarih gibi dergilerde, Radikal ve Şalom gibi gazetelerde pek çok yazım yayınlandı. Bunun dışında pek çok sempozyumda Ortaçağ tarihi ve İstanbul tarihi üzerine çeşitli çalışmalarım yayınlandı. 13 basılı kitabım bulunmakta ve bunların yedisi İstanbul’u konu almaktadır. 2008 yılında “Konstantin’in kutsanmış Şehri” adlı çalışmam Türkiye Yazarlar Birliği”nin şehir tarihi alanında en iyi kitap ödülüne layık görüldü.