Mitografi, efsanelerin eleştirel derlemeleri, kültürel antropoloji, ilahiyat veya sanatla ilgili mitolojik konuların sunumuna verilen isim olup, Yunanca μυθογραφία “öykü yazma” kelimesiyle ilişkilidir.
Klasik mitlerin kökeni
Klasik mitlerin kökeni üzerine ilk yorum ve rasyonelleştirilmesine dair ilk girişimler Xenophanes, Akusilaos, Pherekydes, Hellanikos, Herodotos ama özellikle MÖ 4. yüzyılda Makedon sarayında çalışan ve efsanelerin kuşku ile incelenip sistematize edilmesini öneren Euhemerus tarafından yapılmıştır. Aynı dönemde Platon (MÖ 427-347), “Devlet” adlı eserinde geleneksel efsanelerin yalanlarla dolu olduğu için ideal devlet vatandaşları için tehlikeli olduğunu bildirmişse de bu yorumların mitografiye katkısı olduğunu söylemek güçtür. Yunan düşünürler, din ve metafiziği efsaneden akıllıca ayırarak mite karşı gerçeği galip kılmayı başarırken, efsanelerin gelenekler, zamanla biçim değiştirmiş ve şiirsel dille ifade edilmiş tarihi olaylardan kaynaklandığı Euhemerism teorisi ortaya çıkmıştır. Ovid’in Yunan şair ve şifacı Klaroslu Nikandros MÖ 2. yüzyılda sonradan Metamorphoses’un kullandığı ve Antoninus Liberalis’in Georgica’sında özetlediği Heteroeumena (Değişimler) adlı çalışmasında türlerin kökenini efsanevi değişimlerle ilişkilendirmiştir. MS 3. Yüzyılda Yeni Platoncuların efsanelerin düşünceleri somut hale getirmek için uydurulduğunu iddia ettiği alegori teorileri özellikle Roma dönemi boyunca büyük ilgi görmüştür. Voltaire (1694-1778) gibi filozoflar efsanelerin gerçekten yaşanmış olaylar olmadığını iddia ederken Aydınlanma ile birlikte Hıristiyan inancı mercek altına alınmış ve Eski Ahit’in gerçekliği şüpheli efsaneleri ile pagan Avrupa dönemi adetlerinin dinin içinde yer aldığı eleştirileri yüksek sesle ifade edilmiştir. Fransız yazar Charles de Brosses (1709-1777) “Eski Mısır ve Nijerya dinleri arasında tanrı veya fetiş tapınımı benzerliği” (Du culte des dieux fétiches ou Parallèle de l’ancienne religion de l’Egypte avec la religion actuelle de Nigritie) adlı çalışmasında fetişçi kültlerle, klasik mitler arasındaki yakınlığı ortaya koyarken kısmen de olsa karşılaştırmalı mitolojinin sahasına girmiştir. Mitografi bir bilim dalı olarak 19. Yüzyılda ortaya çıkarken, efsanelerin olduğu gibi aktarılması yerine edebi, antropolojik hatta psikoanalitik açılardan incelenmesini beraberinde getirmiştir. Alman filolog ve oryantalist Max Müller (1823-1900) karşılaştırmalı din, Alman folklorist Wilhelm Mannhardt (1831-1880) Baltık mitolojisi ve güneş teorisi, İskoç antropolog Andrew Lang (1844-1912) masal derleme ve yorumlarıyla bu disiplinin gelişmesinde öncü adımları atmışlardır. Bu dönemde mitoloji terimi daha çok Avrupa Eski Çağ tarihini nitelemek için kullanılırken, Yunan ve Roma mitleri arasındaki yakınlık keşfedilmiş özellikle Hint-Avrupa dil ailesinin keşfedilip, filologlarında tartışmalara dâhil olmasıyla mitolojilerin ilk örneği olan bir ari mitolojisinin olması gerektiği iddia edilmiştir. Fransız filolog Michel Bréal (1832–1915) ve Alman meslektaşı Max Müller mitolojide temel rolü dilin üstlendiğini iddia ederken, Fransız arkeolog Salomon Reinach (1858–1932), Andrew Lang ve İngiliz yazar James Frazer (1854-1941) efsanelerin ilkel zihniyetin ürünü olduğunu ileri sürmüşlerdir. Fransız arkeolog ve oryantalist Clermont-Ganneau (1846–1923) efsanelerin astronomi ve iklim değişiklikleri gibi göksel olaylarla ilişkisini ortaya koyarken ikonografya yorumlarında alegorilerden faydalandı. Bazı modern yazarlarca efsane ve ayin ilişkisini açıklamakta yeterince derin çalışmadığı iddia edilse de karşılaştırmalı antropoloji, din ve folklor çalışması Altın dal (The Golden Bough, 1890) adlı çalışmasıyla tanınan Sir James Frazer en önemli mitograflardan birisi kabul edilmektedir. Carl Jung’un çalışmalarını Karşılaştırmalı din modelleri (Patterns in Comparative Religion, 1958) adlı kitap çalışmasında kullanan Mircea Eliade (1907–1986) ise farklı toplumlardaki efsaneler arasındaki benzerlikleri ortaya çıkarmıştır. Melanezya toplumunu inceleyen antropolog Bronislaw Malinowski (1884–1942) geleneklerin ve gündelik alışkanlıkların efsanelerle açıklandığına dikkat çekerek Eliade ve Frazer’in düşüncesini bir adım daha ileri götürmüştür. Malinowski, İlkel psikolojide mit (Myth in Primitive Psychology, 1926) adlı eserinde “efsanelerin şimdiki yaşamı, insanlığın yazgısını ve tekinliklerini belirleyen bir gerçeklik” olduğunu dile getirmiş ayrıca işlevselliği açıklarken kişisel ve toplumsal gereksinimlerin yanı sıra mitolojinin bir grubun bütünlüğünü sağlama rolü sütlendiğini iddia etmiştir. Amerikan yerlilerinin mit çeşitleme ve karşıtlıklarını inceleyen Fransız antropolog Claude Lévi-Strauss (1908–2009) 4 ciltlik “Mitoloji Bilimine Giriş” (Introduction to a Science of Mythology, 1964–1971) adlı çalışmasında en ilkel kabilelerin bile son derece karmaşık efsanelere ve inanç sistemlerine sahip olabileceğini göstermiştir. Strauss, efsanelerin masal veya roman gibi bütünlük gösteren bir süreç izlemediğini, her zaman eklenebilecek bir şey olduğunu, mitlerin bitimsiz olduğunu iddia ederken, insan zekâsına özgü süreklilik gösteren bir bilginin mitlerin oluşum sürecindeki varlığını araştırmıştır. Rus folklorist Vladimir Propp (1895–1970) ise yapısalcılık üzerine eğilerek efsaneleri hikâye tarzını oluşturan unsurların sırasını açıklamaya çalışmıştır. Propp, efsaneye konu olan kahramanın evden ayrılışı, büyülü bir eşya bulması, düşmanıyla karşılaşması gibi eylemleri söz konusu efsane içinde arayıp ayrıştırmıştır. Yazar bu eylemlerin tümünü işlevler olarak adlandırdıktan sonra çalışmalarını “Halk masallarının yapısı” (Morphology of the Folktale, 1968) adlı eserinde özetlemiştir. Avusturyalı sinir hastalıkları uzmanı Sigmund Freud’un (1856–1939) Rüyaların Yorumlanması (1899) ve Musa ve Tektanrıcılık (Der Mann Moses und die monoteistische Religion, 1939) adlı çalışmalarının da mitografinin önünü açtığı söylenebilir. Freud, dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan insanların benzer deneyimler yaşadıklarından benzer rüyalar gördüklerini iddia etmiş, Freud’un “tipik rüyalar” adını verdiği benzerlik mitologların “benzer efsaneler” tezini güçlendirmiştir. Freud ayrıca rüyaların bilinçaltıyla ilişkili olduğunu iddia etmiş ve Oedipus kompleksi (erkek çocuğun annesine cinsel ilgisi ve babasından kıskanması) teorisi ile efsanelerin yaratılmasında insan doğasının önemini göstermiştir. Psikolog Carl Jung (1842–1896) Mitolojinin özüne giriş (Einführung in das Wesen der Mythologie, 1948) ve önceki eserlerinde Freud’un kuramına toplumsal bilinçaltı kuramını da ekledikten sonra rüya sembollerinin kalıtımla geçen bir miras olduğunu dahası farklı toplumlarda benzer şekilde rastlanan bilge adam ve ana tanrıça gibi inanç sembollerinin ortak insan aklının ürünü olduğunu iddia etmiştir. Amerikalı mitolojist Joseph Campbell’in (1904-1987) Bin Yüzlü Kahraman (The Hero With a Thousand Faces, 1949) adlı çalışmasında coğrafi açıdan birbirinden uzak bölgelerde varlığını sürdüren toplumların kahramanlarının ölüm motiflerinin benzerliğini ortaya çıkarmıştır. Amerikalı antropolog ve folklorist Paul Radin (1883-1959) söylencelerin, bireylerin yiyecek bulma ve var olma korkusunu sömürerek iktidarlarını sağlama olma niyetinde olan dini ve siyasi önderler tarafından yaratılıp yaygınlaştırıldığını iddiasıyla mitlerin kökeninin iktidar ve egemenlik kavramlarıyla ilişkisini sorgulamıştır. Tüm bunlara ek olarak 20. Yüzyılda gelişen feminizm efsanelerdeki kadın ve erkeğin yerini sorgulamada yeni bir bakış açısı geliştirmiş tek tanrılı dinlerin temel inançlarından Âdem ile Havva’nın yaratılışı efsanesinin erkek egemen toplumun önyargılarını yansıttığını ve kadını itaatkâr rolüne razı eden ögeler içerdiğini göstermiştir.
Kaynak:
Özhan Öztürk. Folklor ve Mitoloji Sözlüğü. Phoenix Yayınları. Ankara, 2009
Özhan Öztürk. Dünya Mitolojisi. Nika Yayınevi. Ankara, 2016